Mehmet Güneş: Dünyanın Gazzeleşmesi ve Suriye’deki Gelişmeler

Makale

Mehmet Güneş: Dünyanın Gazzeleşmesi ve Suriye’deki Gelişmeler

Mehmet GüneşPOLİTİKA, RÖPORTAJ, SEÇTİKLERİMİZ

Orta Doğu’da sarsılan güç dengeleri ve yeniden yapılandırma adımlarını, tarihsel arka planıyla birlikte Suriye’de son yaşananları ve devrimci güçlerin önümüzdeki süreci nasıl karşılamaları gerektiğiyle ilgili Komün Gücü’nün Mehmet Güneş ile 15 Aralık’ta yaptığı röportajı siz okurlarımızla paylaşıyoruz.

– Komün Dergi


Komün Gücü: 2 Aralık’tan itibaren tüm dünya tek bir gündeme yoğunlaştı, o da Suriye. Suriye ordusu ve Baas rejimi, cihadist HTŞ ve SMO çetelerine doğru dürüst direnmeden şehirleri terk etti. Siz nasıl değerlendirirsiniz, bu süreci nasıl anlamalıyız?

Mehmet Güneş: Bu süreci ve gelişmeleri sadece Suriye’ye ve bu çerçevede gelişen olaylara bakarak anlayamayız. Yerel boyutuyla tabii ki birçok şey söylüyor bize ama bu gelişmeler çok bambaşka gelişmeler. Dünya çapında kıran kırana süren çatışmaların direkt uzantısı olarak Suriye’de yaşanıyor. Bir de bugüne, şu an yaşanmakta olanlara bakarak tam olarak anlayamayız, daha da gerilere gitmek gerekiyor. Suriye sorunu aynı zamanda yaşadığımız, içinden geçtiğimiz konjonktürün birçok özelliğini içinde taşıyor. Dolayısıyla ifade ettiğiniz gibi BAAS rejiminin kısa bir sürede ve çok çabuk dağıldığı, tam doğru değil. 13 yılı doldurdu, 14 yıllık sürecin son aşaması bu. Ayrıca, 2011’den başlayarak da tam olarak anlayamayız. Suriye kurulduğundan beri Batı emperyalizminin hedefinde olan bir ülke. İki bakımdan; bir, Sovyetler Birliği ve yıkılışından sonra Rusya ile ilişkisini sonuna kadar devam ettirdi. İki, yıkılıncaya kadar Filistin halkının yanında oldu.

Suriye iç savaşının arka planı

Suriye’de emperyalist komplolar 2011’den önce, 2005-2006 yıllarında başladı. Amerika, Irak’ı allak bullak ettikten sonra, Irak’taki çatışma ve direniş sürerken, daha o zaman Suudiler, Katar ve ABD, İngiltere’de Suriye’ye dönük yayın yapan Al Barada TV’yi kurdular. Bir anlamda NATO ve Körfez gericiliği Suriye’yi yıkmak veya teslim almak için harekete geçti. İsrail de bu komplonun ortaklarındandı. Suriye’yi çökertme planı o zaman başladı. İngiltere’de Suriye’ye dönük propaganda yapan bu kanala, dünya kamuoyunu esir almak için büyük bir sermaye yatırıldı. Aynı zamanda büyük emperyalist medya kuruluşlarında da Suriye’ye dönük yoğun bir dezenformasyon ve propaganda savaşı başlatıldı.

Aynı zamanda Irak’taki çatışmaların içinde önemli roller oynayan katliam birlikleri, özel ordu Blackwater elemanları ve tabi ki, CIA ve MI6 başta olmak üzere devletlerin istihbarat ajanları, Suriye’ye üşüştüler. MİT, uzun zamandır Suriye içinde cirit atıyordu. BAAS rejimi kendi içinde parçalanmış, uzun süredir ağır bir çürüme yaşıyordu. Emperyalist ajanlar içerideki gerici, dinci muhalefetle birleşti; askeri ve sivil bürokrasi içinde, sermaye içinde basbayağı hazırlıklar yaptılar. Aşiretlerin içine sızdılar ve 2005-2006’dan itibaren bütün bu sürecin alt yapısı oluşturuldu. Bu zaten ilan edilmiş bir şeydi. Bush, 2003’te “haydut devletler” olarak 5 devleti hedefe koymuştu: Kuzey Kore, İran, Irak, Libya ve Suriye. Kuzey Kore’yi ayırırsak bu dört devlet de İsrail’i tehdit eden ülkeler olarak görülüyordu. Ve yine aynı dönemde ABD’nin birçok yetkilisi Orta Doğu’da sınırların değişeceğini ilan etti. Dolayısıyla, Suriye’yi çökertme planının, somut olarak 2000’ler başında devreye sokulduğunu söyleyebiliriz.

Bu hazırlıklar, 2000 başlarından başlayarak devam etti ve “Arap Baharı”na kadar, Suriye içinde ayaklanma hazırlıkları devam etti. Arap isyanlarıyla, Orta Doğu ve Kuzey Afrika halkları büyük bir isyana kalktılar. Ki emperyalistler, bu ayaklanmaları daha önceki “kadife devrimler” dediklerinin bir devamı olarak “Arap Baharı” olarak adlandırdılar. Bu adlandırmaya itiraz etmek ve kabul etmemek gerekir. Bu, emperyalistlerin koyduğu bir addır. Olan; Arap halklarının, hem emperyalizmin hem de yerel diktatörlüklerin sömürü ve soygunlarına karşı kitlesel isyanıdır. Öyle böyle değil, bir domino etkisiyle 22 tane ülkeyi, yalnız Arap ülkelerini değil İran’ı, Kürdistan’ı, Afrika kıtasına kadar birçok ülkeyi etkileyen ve iki yıllanmış diktatörü götüren büyük bir isyan başladı. Bunu bir anlamda 1848 ayaklanmalarına benzetebiliriz. Dünyada ve ülkemizdeki solun bazı kesimleri bu ayaklanmaları, emperyalizmin adımı diye değerlendirdiler. Burada fazla derinleşmeyelim, bu tartışmasız biçimde sömürü ve baskıya karşı halkların öfkesinin patlamasıydı. Fakat işte örgütlü ve siyasal hedefleri olmayan, öncü güçleri olmayan bu ayaklanmalarda Batı emperyalizmi ve yerel işbirlikçiler devreye girdiler ve kendilerince sistemi ve bölgeyi yeniden dizayn etmek için harekete geçtiler. Ve tabii ki devrimci bir alternatif olmayınca onların istedikleri yönde değişiklikler oldu. Mısır’da, Tunus’ta olanlar biliniyor. Diktatörlükleri götürdüler ve yeni bir şey getiremediler. Evet, ayaklanan kitlelerin beklentisinin tam tersine, emperyalizmin ve yerel iktidarların istediği yönde değişikler oldu.

Bu arada Suriye’de BAAS iktidarı, 2000 sonrası eski devletçi sistemini Batı sermayesine açmış, devlet sübvansiyonlarını kaldırmış ve bu gelişmeler kitlelerde büyük bir memnuniyetsizlik oluşturmuştu. Ve bu memnuniyetsizlik patladı. Suriye’deki ayaklanma, başlangıçta tümüyle çalışanların, aydınların, orta sınıfların ve emekçilerin haklı taleplerini içeren gösterilerdi. İçinde ciddi olarak sol bir potansiyel barındıran bir platform da etkiliydi. İşte tam bu noktada, 2006’dan beri hazırlanan emperyalist komplo devreye girdi ve tümüyle demokratik taleplerle başlayan direnişi son derece kirli yöntemlerle, adım adım, kanlı bir çatışmaya dönüştürdüler. Burada rejimin hataları, baskıcı yöntemleri, kitle gösterilerine şiddet kullanarak yönelmesini göz ardı etmiyoruz; bunlar bütün devletlerin benzeri durumlarda uyguladıklarından çok farklı değildir.

Her şey gözler önünde yaşandı; tarihe geçecek provokasyonlar devreye sokuldu. Kitle gösterilerinin keskinleştiği bir anda hem içeriden; göstericiler içinden, rejimin polis ve askerlerine otomatik silahlarla ateş açıldı, hem de dışarıdan kitleler üzerine ateş açıldı ve bunlar rejimin katliamları olarak dünyaya servis edildi. Birçok yerde rejim askerlerini katlettiler ve bütün dünya basını bu katliamları devletin yaptığını iddia etti. En önemli olaylardan biri, Cisr es Şuğur’da yüze yakın askerin kafasını kestiler, nehre attılar ve yine bunu rejime karşı ayaklanan askerleri rejim güçleri katletti; katliam yaptı diyerek yayınladılar. Bütün dünyaya böyle yansıttılar. Bizim solun büyük bir kesimi de, liberal ve sol geçinen birçok kalem, yaşananları emperyalist basın tekellerinin propagandası doğrultusunda, Esad zulmü ve halk devrimi olarak niteledi.

Suriye’de yaşananlar, bütünüyle 2006’daki hazırlıkların sonucu olarak gerçekleşti. Aynı dönemde IŞİD’in Alevilere, Hristiyanlara ve laik kesimlere karşı uyguladıkları vahşetler başladı. Bu vahşetler gizlendi veya rejime mal edildi; tam bir hayasız psikolojik savaş yürütüldü. Gösterilerin başlamasından kısa bir zaman sonra ordu içinde devşirilmiş unsurlar, tankları ve diğer silahlarıyla çatışmalara katıldı. Ordu ve bürokrasi içinde devşirilmiş kişiler veya BAAS içindeki hizipleşmeler, tasfiye edilmiş unsurlar, muhalefet liderleri olarak lanse edildi. Benzeri dezenformasyon ve provokasyonlarla bir takım aşiretler, çatışmalara çekildi ve kitlelerin demokratik ve özgürlük talepleri doğrultusundaki eylemleri, tam bir kanlı bulamaca dönüştürüldü.

Yaşayarak bütün bu süreci gördük. Bütün bunların Suriye’ye karşı dışarıdan kurulmuş bir komplo olduğunu söyleyemeyiz. Suriye, Fransız emperyalizminin geride bıraktığı, değişik inanç ve etnik toplulukların birbirlerine karşı konumda parçalanmasıyla oluşturuldu. Emperyalist komplo, tüm bunlar bilinerek ve hazırlıklı olarak devreye sokuldu. Bir tarafında Körfez sermayesi bir tarafında Türkiye faşizmi, uluslararası planda ABD, İngiltere, İsrail devrede olmak üzere tam bir kuşatma başlatıldı. Ve Suriye’ye karşı bu komploda başrolü Türkiye ve Ürdün oynadı. Bir bütün olarak kilometrelerce Türkiye sınırı; bütün bu içerideki gerici, dinci, selefi çetelere silah, lojistik dahil her türlü destek, her türlü olanak için açıktı. Hem Ürdün cephesinden hem de Türkiye cephesinden sınırı açtılar. Aynı zamanda İsrail, Golan tepeleri üzerinden o bölgedeki selefi cihatçılara her türlü desteği sağladı.

Ankara, Antep, Suruç katliamlarını yapanlar, yeni Suriye’de iktidarda

Yalnız Türkiye, Ürdün değil; dünya tarihinde görülmemiş boyutlarda büyük, uluslararası gerici bir ittifak kuruldu. O zamanki basından hatırladığımız, İstanbul’da Suriye’nin dostları toplandı ve SUK kuruldu. Bunları, bildiğimiz bölge ülkeleri ve Batının büyük emperyalist ülkeleri bir tarafa, 70 ülkenin desteklediği açıklandı. Bir ara bu sayı 100’e çıktı. Basında 100 ülkenin bu ittifakı desteklediği yazıldı. Ve bu, dünya tarihinde görülmemiş en büyük koalisyondu. Suriye’ye karşı, dünyada ne kadar gerici devlet varsa bu ülkeye karşı büyük bir karşı devrim cephesi, emperyalist işgal ve saldırı cephesi kurdu. Suriye’nin üzerine abandı, burada en uğursuz rolü Ürdün ve Türkiye oynadı. Türkiye sınırı selefilerin bir geri cephesiydi. Savaşçıların eğitimi Türkiye sınırında yapılıyordu. Silah-cephane, dünyanın her tarafından devşirilen cihatçılar, Türkiye üzerinden Suriye’ye akıyordu. Çin’den Uygur, Kafkasya’dan Çeçen, Kırgızistan ve Özbekistan’dan Türkmen selefi-cihadistler, Avrupa’nın bütün ülkelerinden çeşitli milliyetlerden devşirilmiş katiller… özetle, dünyanın her tarafında çetelere akın akın selefi militanlar Türkiye’den Suriye’ye aktarıldı. Yine Türkiye’nin kendi içinden, binlerce dinci, kana susamış cihatçı Suriye’ye akıtıldı. Suriye’ye giden bu cihatçı katillerden birçoğu, “Suriye’ye Alevi kellesi almaya gidiyoruz” diye sosyal medyadan silahlı resimlerini yayınladılar. Geriye dönenler Ankara, Suruç ve Antep’te kitle katliamları gerçekleştirdiler. Bütün bunları unutturmak için; bugün birçok solcu ve Marksist geçinen soysuz, cihatçı katillerin “Suriye devrimi”ni kutluyorlar. Suriye’de iktidara gelenler ne eksik ne fazla; Ankara ve Suruç’ta katliam yapanlardır.

Gösterilerin bir aşamasında emperyalist komplolar devreye girince, Esad’a karşı ayaklanmış kitleler, bir anda tavır değiştirip ülkelerini ve kendi halklarını savunmaya geçtiler ve Suriye direnişi başladı. Boğulmak istenen Suriye halkları direndi. Dünya tarihinin gördüğü ender vahşiliklere karşı; El Kaide, IŞİD, Nusra caniliklerine karşı; İhvancılara, dışarıdan devşirilen cihatçılara karşı Suriye’nin içinde laik Sünniler, Aleviler, Hristiyanlar, diğer etnik kimlikler birleşerek ve Rojava’da buradaki diğer halklarla birlikte Kürtler, demokratik özerkliklerini ilan ederek direndiler. Suriye ve Rojava’da dinci-cihatçı çetelere karşı sergilenen bu direnişte Suriye’nin yapısının belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. Değişik inanç ve etnik kökenden tüm azınlık unsurların, yok sayılanların yani tüm ezilenlerin önde olduğu bir direnişti.

Komün Gücü: Savaşta toplumsal kesimler nasıl şekillendi? Bunun tarihsel arka planını biraz anlatabilir misiniz?

Mehmet Güneş: Şimdi bu, Orta Doğu’nun tarihsel şekillenişiyle ilgili bir şey. Bu topluluklar Haçlı Seferleri’nden bu yana bir biçimiyle yüzlerce şehir devletinin olduğu, bu şehir devletlerinin birbiriyle rekabet içinde olduğu, güç birliği yaptığı, birlikler yapıp bozduğu, sonra aynı cephedekilerin karşı cepheye geçtiği, aynı zamanda Hristiyanların kendi aralarında savaştığı, Müslümanların kendi aralarında savaştığı, Müslüman ve Hristiyanların değişik biçimde ittifaklar yapıp karşı tarafla savaştığı son derece karmaşık bir tarihsel süreçten geliyor. Amin Maalouf’un Haçlı Seferleri kitabı bütün bu süreci ayrıntılarıyla anlatıyor. Bugünden baktığımızda ise anlayamayacağımız bir karmaşayı görüyoruz. Hem Müslümanlar hem Hristiyanlar hem değişik Sünni inançtakiler hem değişik Hristiyan mezhepleri karmakarışık, iç içe, değişen cepheler içinde, sürekli şehir devletleri ve savaşlardan geliyor. Bu durum Arap İmparatorlukları döneminde, Emevi ve Abbasiler döneminde kitle isyanları, daha sonra Osmanlı hakimiyetinde ve son olarak İngiltere ve Fransız emperyalizminin hakimiyetinde de isyanlar olarak devam etti. Özellikle İngilizler ve Fransızlar bu değişik etnik ve dinsel coğrafyayı ve tarihsel çelişkileri azdırarak devam ettirecek ortamı hazırladılar.

Bir doğum ve dönüm noktası olarak Suriye

Suriye tarihsel olarak bir nevi Orta Doğu’nun veya Arap dünyasının kalbi durumunda. İslamiyet Hicaz’da doğuyor ama Suriye’de devletleşiyor. Ali-Muaviye çatışmasını, Şam’da oturan Muaviye kazanıyor. Büyük Arap İmparatorluğu, Şam’da kuruluyor. Tabii Suriye dediğimiz yeri bugünkü sınırları olarak anlamamak gerekiyor. Suriye tarihsel olarak Filistin’i, Lübnan’ı içine alan Bilad-ü Şam denilen geniş bir bölgeyi kapsıyor. Arap İslam imparatorluğu döneminde hep merkezi bir rol oynadığı gibi aynı zamanda, Arap milliyetçiliğinin yükseldiği dönemde de Suriye, her zaman için Arap dünyasının kalbi rolünü oynuyor. BAAS’ın kurulduğu yer de Suriye’dir. BAAS (Yeniden Doğuş) tüm Arap ülkelerinin birliğini gerçekleştirme hedefiyle Sünni, Alevi ve Hristiyan aydınlar tarafından kuruluyor ve “birlik, hürriyet, sosyalizm” sloganlarını benimsiyor. Kurucusu ve fikir babası Hristiyan Arap, Mişel Eflak’tır. Dolayısıyla Arap milliyetçiliğinin merkezi de Suriye’dir. Bir diğeri ise Suriye’den koparılan Lübnan’dır. Lübnan bizzat Fransız emperyalistlerinin icat ettiği bir ülkedir. Lübnan diye bir ülke yoktu o zamana kadar.

Komün Gücü: Buradan doğru Suriye’de “Alevi azınlığın iktidar olduğu, diğer toplumsal kesimlerin bu azınlığın tahakkümü altında yaşadığı” algısının bilinçli bir çarpıtma olduğunu söyleyebilir miyiz?

Mehmet Güneş: Evet, doğru. Suriye’de geniş bir laik Sünni kesim var. BAAS iktidarını Aleviler ve Hristiyanlar destekliyor ama sanıldığı veya çarpıtıldığı gibi Alevi mezhepçi bir iktidar değil. Suriye’nin en zengin bölgesi Şam ve Halep, laik ve Sünni ağırlıklıdır. Aynı zamanda, Suriye ekonomisine Halep ve Şam sermayesi hakimdir ve büyük çoğunluğu Baas iktidarının destekçisidir.

Suriye’nin toplumsal yapısını kaldığımız yerden kısaca anlatırsam daha açıklayıcı olur. Suriye’de çoğunluk Sünni Araplardır. Yüzde 15-18 civarında, tarihsel Ali’ciliğin etkileri olan Nusayri denilen nüfus var. Nusayriler, İran Şiiliğinden çok Türkiye Aleviliğine yakındır. Türkiye sınırı boyunca, tüm sınır boylarında Kürtler yaşıyor. Ayrıca önemli bir Hristiyan Arap nüfus var. Değişik etnik azınlık olarak; Ermeniler, Asuriler, Süryaniler, Yahudiler, Dürziler, Türkmenler, Çerkesler var. Çerkesler, Suriye’de nüfus olarak küçük bir kesimdir ama Suriye toplumunda laik bir damarı ve rejimin bürokrasi, istihbarat örgütü ve ordusunda önemli etkileri var. Bütün bu topluluklar, uzun tarihsel alt üst oluş süreçlerinin sonucu belli bir denge oluşturmuş ve birbirlerini kabul ederek toplumsal denge içinde yaşıyorlardı.

Komün Gücü: Müslüman Kardeşler nasıl bir dinamiğin ürünü? Yeşil kuşak projesiyle bağlantısı nedir?

Mehmet Güneş: Suriye’de BAAS’ın doğduğu dönemlerde, dinsel örgütlenmeler de bütün Arap aleminde yayılmaya başladı. İhvan-ı Müslim önce Mısır’da kurulmuştur ve kurucusu Hasan El Benna’dır. Ama geçmişi daha eskiye, 19. yüzyıl sonlarında Cemalettin Afgani ve Muhammed Abduh’a dayanan, bir anlamda sömürgeciliğe karşı İslam Enternasyonali (Ümmet) arayışıdır. Müslüman Kardeşler örgütünün kuruluşu, tüm doğuda milliyetçilik fikrinin yayıldığı dönemde oldu. Ama Arap olmayan Müslüman ülkeleri de etkilemiştir. Türkiye’de MNP (Milli Nizam Partisi, Erbakan’ın ilk kurduğu parti) de bu akımdan etkilenmiş ama Türk Müslümanlığında milliyetçilik çok güçlü olduğundan bu etki örtük kalmıştır. Türk milliyetçiliğiyle bulaşık ümmet fikri Tayyip Erdoğan ve AKP’de devam ettirilmektedir.

Gladio’nun bölgesel işbirlikçisi Müslüman Kardeşler

Biraz önce söylediğim gibi Müslüman Kardeşler örgütü, ulusal ve milli duyguları dinsel biçimde ifade eden, sömürgeciliğe karşı bir hareket olarak doğuyor. Mısır’da İngilizlere karşı ayaklanma örgütlüyor ve kurucusu Hasan El Benna, İngilizler tarafından katlediliyor. Hasan El Benna’nın öldürülmesinden sonra Müslüman Kardeşlerin başına Marksist düşünceden dönen Seyyid Kutup geçiyor. Mısır’da 1950 yılında, sömürgeciliğe karşı laik askerlerin oluşturduğu “Hür Subaylar Örgütü” kuruluyor. Cemal Abdül Nasır’ın içinde bulunduğu Hür Subaylar Örgütü, Mısır Komünist Partisi dahil ülkedeki ilerici güçler ve Müslüman Kardeşler ile birlikte krallığı devirip iktidar oluyorlar. Nasır hareketi, Arap milliyetçiliğinin bayrağı haline geliyor. 1954 yılında Nasır, general Necip’i devirip iktidara yerleşiyor. O dönem bayağı etkili komünist bir hareket var. Fakat Nasır, hem komünistleri hem de tüm muhalefeti parça parça tasfiye ediyor. Kişisel dostluğu olan Seyyid Kutup’u ve binlerce Müslüman Kardeşler üyelerini hapse dolduruyor ve Seyyid Kutup’u hapisteyken idam ediyor. BAAS ve Müslüman Kardeşler veya Arap dünyasında İslamcılar ve sol milliyetçiler arasında çatışma dönemi ve düşmanlık başlıyor.

Bu dönemde Amerikan emperyalizminin, Suudiler üzerinden İslam dünyasına, Müslüman Kardeşler’e el atma dönemi başlıyor. Bilinen “Yeşil Kuşak” doktrini devreye sokuluyor. Aynı dönemde 1961 yılında Suriye’de, BAAS’a Müslüman Kardeşler’e bağlı Sünni subaylar darbe yapıyor. 1970 yılında Hafız Esad, laik Sünnileri, Alevileri ve Hristiyanları örgütleyerek iktidarı alıyor ve BAAS’ı yeniden örgütleyerek iktidarını sağlamlaştırıyor. Bu olaylar sonucu Müslüman Kardeşler’in en keskin, selefi ve anti-komünist damarı Suriye’de güçleniyor. Bizzat Körfez sermayesinin, ABD’nin, NATO’nun ve CIA’nın etki alanında antikomünist, silahlı, yıkıcı bir harekete dönüşüyor. Dolayısıyla toplumsal bir hareket olmaktan öteye, toplumun hassas noktalarını paramparça eden işlere soyunuyor. 2011’den sonra yaşananların bir örneği 1970 sonlarında yaşanmaya başlıyor. Basbayağı azınlıklara, Alevilere, Hristiyanlara, laik kesimlere karşı suikastlar, sabotajlar, bombalamalar; trenler, otobüsler ve kalabalıkların olduğu yerlerde sürekli katliamlar yapılıyor. 1980’lere gelindiğinde, tıpkı 2011’deki gibi, Türkiye’de Hatay’dan Irak sınırına kadar bütün Suriye sınırında Müslüman Kardeşler’in kampları kuruluyor ve Müslüman Kardeşler, buralarda hazırlanıp Suriye’nin her tarafında kanlı eylemler gerçekleştiriyor. Müslüman Kardeşlerin bu dönemde yaptığı canilikler, bir anlamda IŞİD’in öncelidir. Suriye İhvanı’nın yaptığı tek bir olaya baksak bile nasıl mezhep kışkırtıcı, gözü dönmüş bir katliamcılık sergilediklerini görürüz: 60-80 Alevi askeri öğrenciyi (Sünnileri ayırıp) spor salonuna topluyorlar, hepsini birden kurşuna diziyorlar. Bu eylem tam adıyla dünya Gladio’sunun provokasyonudur ve Müslüman Kardeşler Gladio’nun Suriye koludur. Hemen aynı tarihlerde, Türkiye’de de Gladio eylemleri devam ediyor. Biz bu olayları, 1 Mayıs 1977, Maraş ve Çorum katliamları olarak biliyoruz.

Aynı dönemde BAAS rejiminin önde gelenlerinin araçlarına, evlerine, bombalı suikastlar düzenliyorlar. Hava kuvvetleri Esad iktidarının merkezi durumunda. Burada çok büyük bir patlama ile sistemin güvenlik görevlileri ve bürokrasinin üst tabakaları olmak üzere 100’e yakın kişiyi öldürüyorlar. Lazkiye’de, Dürzilerin yaşadığı bölgelerde, Hristiyanlara karşı her türlü saldırı ve katliamlar devam ediyor. Ama burada kalmıyor. 82 yılına geldiğimizde Hama ve Humus’ta ayaklanma çıkarıyorlar. Hama şehrini tümden ele geçiriyorlar. Hama, Müslüman Kardeşler’in güçlü tabanının olduğu bir yer. Burada rejimin asker ve memurlarının hepsini katlediyorlar. Sağ kolunu ve sol bacağını keserek yüzlerce insanı katlediyorlar. Esad iktidarı da her iki şehri kuşatıp 24 saat içinde teslim olmalarını, isteyenlerin şehri terk etmesini söylüyor. 24 saat sonra havadan ve karadan şehirler bombalandı. Resmi rakam olarak 5-6 bin kişinin öldüğünü açıkladılar. Emperyalist basın 30-40 bin olarak açıkladı. Ama Hama’da 15-20 bin kişinin katledildiği tahmin ediliyor.

Bu olaydan sonra Müslüman Kardeşler ezildi. Ama alttan alta, 2006’da başlayan hazırlıklarla, emperyalistler devreye girdi ve küllenmiş ateşleri harladılar ve 2011’den sonraki süreç başladı. Bu meselenin bölgesel boyutunda İsrail’in güvenliği sorunu vardı. Suriye meselesini nasıl anlamak lazım? Bütün gerici ve halk düşmanı yanlarına rağmen Suriye BAAS’ı, Filistin davasını sonuna kadar savunan bir yapıydı. Suriye yıkılıncaya kadar Filistin davasının yanında duran tek Arap ülkesidir. FKÖ, İsrail’le anlaştıktan sonra, tüm silahlı direniş örgütlerinin merkezi Şam oldu. Başka hiçbir Arap ülkesi aynı kararlılıkta davranmamıştır. İran ise 1979’a kadar bizzat, Türkiye ve Irak ile birlikte Ortadoğu’daki en gerici ittifak Sadabat Paktı içindedir. Bu dönemde Irak dışında bütün Arap ülkeleri, İsrail ile savaş halindedir. Sadabat Paktı, bölgede Batı emperyalizminin işbirlikçisidir ama asıl olarak İsrail’in güvenliğini merkezine almaktadır. İran’ın Filistin davasına sahip çıkması, İslam Devrimi’nden sonradır. Ama Suriye başından beri Filistin davasının yanındadır. Hizbullah lideri Hasan Nasrallah: “Suriye, direniş cephesinin temel direğidir ve Suriye çökerse direniş cephesi çöker” demişti. Dolayısıyla emperyalizm, siyonizm, TC devleti ve gerici faşist bölge iktidarları İsrail lehine bu direniş cephesinin direği olan Suriye’yi kırmışlardır. Başından sonuna kadar Filistin halkının yanında ve bizzat bundan dolayı emperyalizmin ve siyonizmin hedefi olan Suriye rejimi yıkılınca, başta HAMAS olmak üzere tüm İslamcı örgütler, kanlı cihadist çetelerin iktidarını halk devrimi olarak kutladılar. Bu, dinci siyasetlerin nasıl bir iğrenç takiyecilik içinde olduğunun göstergesidir.

Komün Gücü: Şimdi aslında 2011’de savaşın başladığı kısma kadar özetlediniz. Peki 2011’den günümüze kadar neler yaşandı Suriye’de? Bu 13 yılı nasıl değerlendirirsiniz? Suriye halkı önce Baas’a karşı ayaklanıyor; Sünnisiyle, Arabıyla, Hristiyanıyla, Alevisiyle… Ama sonrasında ne değişiyor?

Mehmet Güneş: Evet bunu ilk soruya verdiğim cevapta anlatmaya çalışmıştım. Burada özet olarak geçmiş olayım: Suriye kendi iç dinamiği ile dünya çapındaki gerici güçlerin bütün olanaklarıyla ve her taraftan saldırısına karşı tüm dinamikleriyle, farklı din, mezhep ve etnik kesimleriyle büyük bir direniş gösterdi. Yüz binlerce ölüm, nüfusun üçte birinin yerinden yurdundan edilmesi, şehirlerinin taş taş üstünde kalmazcasına yıkılmasına rağmen direndi. Bu asimetrik güçlerin çatışmasıydı; uluslararası destek gören vahşi çeteler karşısında tüm dünyadan koparılmış ve kuşatılmış ülkenin ve halkın takati tükendi. Cihadist çeteler, Irak ve Suriye’de bu süreçte elde ettikleri güçlerle Lübnan’a ve Ürdün’e doğru eylemlerini geliştirdiler, yayılmaya başladılar. Ürdün’de bayağı bir taban buldular ve Ürdün devleti, cihadist çetelerin kendi egemenliğine bir tehdit olduğunu görerek, bir dönem sonra bu çetelere sınırlarını kapattı. Ama Türkiye sınırı, sonuna kadar açık kaldı. Aynı zamanda savaşın Lübnan’a doğru uzanması sonucu Hizbullah devreye girdi ve Lübnan’a sarkan cihadistleri püskürttü. Aynı zamanda Suriye’nin Güney cephesini, başarılı bir askeri harekatla temizledi. Suriye halkları Rusya, İran ve Hizbullah’ın desteğiyle 27 Kasım 2024 yılına kadar direnişe devam etti.

Emperyalizmin Afganistan’a ve Irak’a müdahalesinin ürünü olarak IŞİD ve El-Kaide

Diğer yandan Batı emperyalizminin, Türkiye’nin, İsrail’in, Suudi Arabistan’ın, Ürdün’ün katkısıyla Müslüman Kardeşler’in kanlı eylemleri başlayınca muhalefetin büyük bir kesimi; Aleviler, Hristiyanlar, laik Sünniler rejimin yanına geçti. Öyle kolay anlatılır şeyler yaşanmadı. IŞİD denilen oluşum ortaya çıktı. Belki de bu yüzyılın dünyasının, emperyalist kapitalizmin en çirkin, en kanlı gerçek yüzü olarak IŞİD ortaya çıktı. IŞİD karmaşık bir şeydir. IŞİD, 1,5 milyarı aşan Müslüman toplumlar üzerindeki büyük emperyalist soygunun ve yerli gerici işbirlikçi iktidarlara karşı, kanayan Müslüman dünyasının geriye dönük öfkesi olarak doğmuştur. Fakat, aynı zamanda kaynağını bu sömürü ve baskıdan alan emperyalizmin yarattığı bir oluşumdur. IŞİD geçmişi “Yeşil Kuşak” doktrinine dayanır, ama temelleri Afganistan’da atıldı. Afganistan’daki dehşet katliamların birikimi ve Irak’ta 500 bin kişiyi katleden Amerikan istilasının sonuçları olarak ortaya çıktı. Afganistan’da yaşananlar, El Kaide’yi yarattı. El Kaide, Irak savaşı sonucu Saddam rejiminin askeri bürokrasisinin kalıntılarıyla birleşti. Suriye’de İhvan’la birleşerek; hem emperyalist işgalcilik ve katliamcılıkla hem de yerel dini fanatizmle birleşmiş olarak ortaya çıktı. Ve en korkunç uygulamaları, Şengal’deki Ezidi soykırımından sonra Suriye sahasında gerçekleştirdi. Emperyalist ülkelerden akan her türlü dış desteklerle, Avrupa’dan, İslam dünyasından, Kafkaslar’dan, Uygurlar’dan, Arap coğrafyasından ve dünyanın her tarafından akan selefi cihadistlerle Suriye allak bullak edildi. Kan revan içinde paramparça edildi.

Rojava Devrimi, özsavunma devrimidir!

Burada kısaca Rojava Devrimi’nin oynadığı role değinmek gerekiyor. Bu konuda kafalar çok karışık. Suriye’ye emperyalistleri Kürtler davet etmedi. Suriye, başından beri anlattığımız gibi dünya çapında büyük emperyalistler ve yerel gericiliklerin komplosuyla paramparça edildi. Bu parçalanmada bir boşluk doğdu. Bu boşlukta, devrimci, halkçı bir dinamik olarak belli bir örgütlülüğü olan Kürt hareketi devreye girdi. O boşlukta kendi kitle temeliyle ve sadece Kürtlere daralmayan bir inisiyatif alarak Rojava Devrimi’ni gerçekleştirdi. Şimdi bu sorunu iyi anlamak lazım. Çünkü Türkiye solunda çok ciddi şovenist damar, bu sorunu sanki emperyalist komplonun bir parçasıymış gibi veya emperyalistlerin yarattığı bir şeymiş gibi gösteriyor. Örgütlü Kürt güçleri bu koşullarda ne yapmalıydı? Oturup beklemeleri mi öneriliyor? Tüm Kürt bölgelerinden rejim güçleri geri çekildiğinde bölgeyi, örgütlenmeden ve halkı silahlandırmadan, TC ve ilişkili selefi çetelere mi teslim etmeliydi?

Kürt dinamiği, rejim güçlerinin çekilmesiyle halkların kendi öz savunma ve öz örgütlenme inisiyatifini gösterdi ve bu kan revan dünyada, hızla kısa bir zamanda, yepyeni bir yaşam alanı açtı. Suriye’de bütün demokratik ve ileri eğilimlerin birleştiği bir mevzi oluşturdu. Suriye’ye emperyalist müdahale, pratik olarak Türkiye üzerinden gerçekleşti. Ve Kürtler, emperyalizmin en ileri mevzileri olan IŞİD çetelerine, Türkiye’nin saldırılarına karşı direndi. Suriye halk direnişinin bir parçası olarak direndi. Esad’ı destekleyen bir pozisyonda olmadı ama doğal olarak bir müttefiklik doğdu bu saldırıya karşı. Ve net olarak ortadadır, bu emperyalist komplonun bir parçası olmadı. IŞİD ve Nusra dahil bin bir türlü çetenin hepsinin somut ilişkileri var Türkiye ile. Türkiye, Kürt dinamiği ortaya çıkınca, emperyalist komplonun vurucu gücü olarak çok daha ön plana çıktı. Emperyalist güçlerin destekleyerek yarattıkları IŞİD, kendi ülkelerinde kanlı eylemler gerçekleştirip oralarda katliamlara imza atınca ve dünya kamuoyunda yükselen tepkiler sonucu, emperyalist ülkeler IŞİD’e karşı tavır aldılar. Türkiye, kendi programıyla bizzat Kürt halkının Rojava’da özerk yönetimlerini oluşturması ve savunmasından dolayı orada emperyalist güçler tarafından örgütlenen “koalisyon güçleri”nin hedeflerinden koptu ve bizzat çetelerle işbirliği halinde, hem Rojava Devrimi’ni yok etmeyi hem de paramparça olmuş Suriye’yi yutacağını hesapladı. Buna göre tavır aldı. Başlangıçta IŞİD dahil bütün çetelerin açıktan hedefinde olmayan, hatta Kürtlere ittifak öneren çeteleri, Türkiye kışkırtarak ve destekleyerek, Kobane’ye ve diğer Kürt bölgelerine saldırmaları için organize etti.

Türkiye’nin askeri desteği ve teşvikiyle bilinen şeyler yaşandı. Suriye’deki emperyalist müdahalenin koçbaşı olan çetelere karşı, Kürt halkı kadını-erkeği ile bölgede yaşayan tüm ilerici, emekçi Araplarla, diğer azınlıklarla –Asuri, Süryani, Ermeni güçlerle– birlikte, bütün Kuzey-Doğu Suriye’yi IŞİD ve diğer çetelerden temizledi. Bu çatışmaların en kanlı etabı Kobane’de yaşandı. Her türlü silah ve cephane, lojistik desteğiyle güçlendirilmiş olan IŞİD, Türkiye desteği ile Kobane’ye yüklendiğinde direniş zor bir duruma girdi. Amerika da kendi çıkarları açısından geliştirdiği komplonun kontrolünü kaybettiği bir aşamada, yeniden inisiyatif almak üzere Kürt dinamiğine destek oldu. Kobane direnişinin belli bir aşamasından sonra havadan destek verdi. Burada sınıf mücadeleleri tarihinde zaman zaman görülen ilginç bir ittifak kuruldu. ABD, bizzat terör örgütü olarak gördüğü, yok etmek için hedefe koyduğu Kürt siyasal hareketine ve başlatmış olduğu bu direnişe, destek vermek zorunda kaldı ve böylece geçici, taktik ittifak kuruldu.

2015 yılına geldiğinde Şam ve Lazkiye tarafı hariç, her tarafta çeteler, büyük başarılar kazandı. Rusya’nın devreye girmesi, İran’ın ve Hizbullah’ın adım adım önce Şam etrafında, sonra Halep’te çetelerin direnişlerini kırması sonrası çeteler püskürtüldü. Ve asıl olarak Kobane direnişi sonrası ABD ile geçici bir taktik ittifak geliştiren Kürt hareketi, çeteler içerisinde en katliamcı çizgiyi temsil eden IŞİD’i Minbiç, Rakka ve Deyri Zor’dan (buralar IŞİD’in asıl kaleleriydi) temizledi. IŞİD’in ağır darbe yemesi ve IŞİD ile genetik kodu aynı olan Nusra vb çetelerin Suriye’nin diğer kentlerinden geriye doğru püskürtülmeleriyle, cihadistler İdlib’e toplandılar. Sonrasında Rusya, İran, Türkiye arasında Astana anlaşması uyarınca İdlib’de “güvenli bölge” kuruldu. O anlaşmalar çerçevesinde hem Doğu Guta’daki hem de diğer alanlardaki bütün çete unsurları İdlib’de toplandı.

Tekfircilik ikiyüzlülüktür

Burada İslami cihad denilen tekfirciliğin nasıl kirli, kanlı bir bulamaç olduğunun anlaşılması önemli. İslami cihad olarak başlayan hareket başından itibaren ABD ile ilişkiliydi, daha önemlisi Guta’dakiler, Golan üzerinden, açıkça İsrail’den her türlü desteği alıyorlardı. Kısa zamanda kendi aralarında yüzlerce parçaya bölünüp çatışmaya başladılar. Bu aşamada IŞİD, El Kaide’den koptu. Bu kopuşun arkasındaki gelişmeler daha net açığa çıkacak. El Kaide’nin Suudi Arabistan’la ilişkileri devam ediyordu. IŞİD, kanlı eylemlerini Batı’ya taşıdıkça Suudi Arabistan, El Kaide merkezi üzerinden bu eylemlere müdahale etti ve bu gelişmeler sonucu IŞİD, El Kaide’den ayrıldı. El Kaide taraftarları Nusra olarak devam ettiler. Nusra da en kanlı ve insanlık dışı şeylere imza atan bir örgüt olduğu için dış destekleri azalmıştı. Oysa İdlip’te tümüyle dış desteklere bağlı hale gelen bir yönetim ve 4 milyondan fazla insan vardı. Bu koşullarda, Nusra gömleğini değiştirerek Heyet-ül Tahrir Şam ismini aldı. Suudi, Katar ve TC’nin teşvikiyle Batı emperyalizmine yaranmak için; “Biz artık uluslararası bir cihat peşinde değil, Suriye’de ulusal çıkarlarımız için Esad rejimi ile mücadele eden bir örgütüz” dediler.

Komün Gücü: İlk soruya gelmiş olduk tekrardan. Bu 12 günü (27 Kasım-8 Aralık) nasıl okumalıyız? 13 yıl direnen BAAS Rejimi, 12 günde nasıl yıkıldı? Rusya-İran mı Esad’ı sattı? ABD-Rusya anlaştı mı? İran güçleri vardı, Suriye’nin kendi ordusu vardı. İdlib’e sıkışmış bir güç, nasıl 12 günde BAAS rejiminin hâkim olduğu tüm alanları ele geçirebildi?

Mehmet Güneş: Hemen hemen herkesin sorduğu sorular. Önemli sorular, fakat bu soruya net cevap vermek olanaklı değil. Bütün gelişmeleri, çok boyutlu ve değişik güçlerin içinde olduğu bu süreci, ayrıntılarıyla bilmemiz mümkün değil. Ama zaman içinde bütün bunlar açığa çıkacaktır. Suriye’deki son durumla ilgili şimdilik söylenecek olan, askeri savaş güçlerinin karşılıklı çatışmalarından çok, emperyalist aktörlerin belirleyici olduğu, bölge gerici devletlerinin de içinde olduğu belirli “anlaşmaların” sonucu olarak ortaya çıktığı açıktır. Suriye’de olan, askeri bir hareketten çok küresel güçler arasında yürütülen “anlaşmalar” sonucudur. Savaş sadece TC ve paralı ordusu SMO’nun eliyle Kürt mevzilerine dönük yaşanmıştır ve devam etmektedir. Suriye’deki durumdan çok sürece, içinde bulunulan andan çok bundan sonra gelişeceklere odaklanmalıyız.

III. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın dinamikleri

Burada dünya durumu üzerine genel bir tespit yaparak devam edelim. Günümüzde hiçbir yerdeki yerel çatışmalar küresel düzeyde süren emperyalist hegemonya savaşından ayrı ele alınamaz. Kapitalist devletlerin kendi arasındaki ve herhangi bir kapitalist devletin kendi içindeki savaşlar, şu veya bu biçimde küresel düzeyde süren bu yeni tipte dünya savaşının mevzi çatışmalarıdır.

Yeni tipte dünya savaşı dedim. Bu, I. ve II. Emperyalist Paylaşım Savaşları’ndan farklı III. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın özelliğidir. III. Dünya Savaşı; birkaç emperyalist devleti ve bazı bölgeleri değil, tüm ülkeleri içine alarak yayılıyor. Dünya üzerindeki tüm gerici, faşist siyasal odaklar olduğu gibi dünyadaki tüm antiemperyalist, ilerici ve barış yanlıları da dahil tek tek aydınlara varıncaya kadar, kendi tavırlarının hilafına bu kapışmanın içindeler. Aynı gerçeklik tüm dünyadaki Marksist devrimciler için de geçerlidir. Bu, yeni dünya savaşının karakteridir. Bu durum, siyasal tavırlardan bağımsız, yerkürenin nesnel gerçekliğidir. Bu nesnel koşullarda tarafsızlık, siyasetsizliktir; daha da öteye, en güçlü olanın yanında tavır almaktır.

Bugün Türkiye’deki İslamcı faşist iktidarın, sürdürdüğü İsrail karşıtı propaganda, büyük bir ikiyüzlülüktür; Türkiye ve İsrail stratejik ortak olarak aynı cephededir. Türkiye, Direniş Cephesi’nin temel direği Suriye’yi, İsrail’e teslim etmiştir. “Bu cephe başat emperyalistlerin cephesi, bu cephe İran molla diktatörlüğünün, Zalim Esat diktatörlüğünün cephesidir ve bizi ilgilendirmez” diyenler, ne dediklerinin farkında değildir. Farkında değillerdir, ama siyasal olarak tavırları dünya çapındaki kapışmadan soyutlayarak söylersek söyledikleri şudur: “İsrail ve Türkiye faşizminin kazanması bizi ilgilendirmiyor.” Suriye’de iki kazanan var; Netanyahu ve Erdoğan. Bizi ilgilendirdiği boyutuyla, Suriye’de Erdoğan’ın kazanması, içeride faşist diktatörlüğün pekişmesine hizmet edecektir. Daha ileri gidip “Suriye Devrimi”nden söz edenler ve destekleyenler, Türkiye’de faşizmin saflarına geçmiş gafillerdir.

Emperyalizm, dünyayı Gazzeleştiriyor!

Yaşananların açık olarak gösterdiği gibi; bu 13 yıllık savaşın bir ülke ile ilgili olmadığını görür; bölgesel bir savaş boyutunun ötesinde, dünya çapındaki hegemonya savaşının bölgedeki bir parçası olarak düşünürsek belli çıkarsamalar yapabiliriz. Geçen yılın başlarında, Suriye’deki çatışmalar soğumuş görünüyordu. 7 Ekim ile birlikte 2023’te bambaşka bir gündem, çok yakıcı bir gündem, Filistin direnişi ve Aksa Tufanı Operasyonu dünyanın bir numaralı gündemi oldu. Uluslararası çapta süren hegemonya savaşından ayrı olmayan bu çatışma, dünya gündemine oturdu. Gazze’de yaşananlarla, dünya tarihinde görülmedik, bundan sonraki dünyanın ve sınıflar savaşının birçok gelecek biçimlerini içinde taşıyan, bambaşka bir süreç açıldı. Gazze’de yaşananlar, insanlık tarihinde daha önce görülmemiş boyutta; birçok kelime var, ‘jenosit’ten toplu katliamlara kadar bu belirlemeler, Gazze’yi tam ifade etmiyor. Bu terimlerin yetmediği boyutlarda, katliam yaşandı. Bunu zaten İsrail’in katliamı olarak görmek, sadece gösterileni görmektir. Bu kanlı katliamın/soykırımın İsrail’den daha etkili güçleri NATO, ABD, AB, İngiltere’dir. Ek olarak Arap gerici devletleridir. Bunlar, İsrail’den daha çok bu katliamın hem hazırlayıcıları hem de uygulayıcılarıdır. İsrail’in buradaki rolü için maşa diyemeyiz elbette, ne diyebiliriz, İsrail bu ittifakın askeri vurucu gücüdür. Bu, emperyalizmin insanlık tarihinde, dünya tarihinde görülen en ağır insanlık suçudur. Ve akıl almaz vahşet, bütün insanlığın gözü önünde yaşanmıştır. Şimdiye kadarki tarih boyunca yapılanların hepsi yereldir, üstü örtüktür veya bir anda olup bitmiştir. Gazze’de yaşananlar, tam anlamıyla apaçık, hiçbir kural ve kaide tanımadan, her türlü oluşmuş olan toplumsal ve uluslararası kuralları, gelenekleri, biçimleri, yasaları hepsini dümdüz eden; gözü kara, sınır tanımaz bir saldırganlıktır ve çok ağır insanlık suçudur. Yeni ve daha ağır suçları ileride göreceğiz. Ama Gazze, tarihe, insanlığın bilincine çivilenmiştir.

Batılı emperyalist ülkelerin Gazze’de aldıkları tavır, “bunlar emperyalisttir, yaparlar” diye geçiştirilecek kadar basit değildir, ayrıntılı incelenmesi gerekiyor. Batılı emperyalist ülkeler, bizzat kendi toplumlarını şiddetli biçimde rahatsız eden vahşi katliamlara rağmen, en ufak bir tereddüt göstermeden, bu soykırımın destekleyicisi ve uygulayıcısı oldular. Bu, başka bir şeyi gösteriyor; dünya çapında süren hegemonya savaşının nasıl keskinleşip sertleştiğini gösteriyor. Ve duramıyorlar, devam ediyorlar. Nitekim Gazze’nin yanı sıra, Lübnan’ı da aynı biçimde kan revan ve yıkım içinde bırakarak, yıkarak, yakarak ve hiçbir kural tanımadan savaşı sürdürüyorlar. Dolayısıyla bütün bunların Gazze’yi de, Lübnan’ı da, İsrail-İran kapışmasını da aşan boyutları var ve bundan sonra halklara yaşatılacakların bir jeneriği olması açısından önemlidir.

Bölgesel olarak hedef, Suriye idi ve bizzat İsrail’in güvenliği, Filistin davasının mezara gömülmesiydi. Suriye’yi yıkarak bunu gerçekleştirme yönünde büyük bir adım attılar. Türkiye’deki Müslümanların ve solcu geçinen “yetmez ama evetçiler”in gözü aydın olsun. ABD, NATO, Arap gericiliği hep beraber İsrail’le birlikte, Filistin halkının en temel müttefikini yok ettiler. Olan budur. Bu, bugün olup bitmiş bir olay değildir. Bu tarihe kazınmış insanlık suçunda, Türkiye en kirli rollerden birini oynamıştır. Sonuç olarak, bu işin kazananı İsrail ve Türkiye faşizmidir. Erdoğan ve Netanyahu’dur. Erdoğan ve Netanyahu; Filistinlilerin, Lübnanlıların, Suriyelilerin kanını akıtarak, Filistin davasının en kararlı müttefikleri olan direniş cephesini paramparça etmişlerdir.

Hedefte Irak ve İran var

Elbette Orta Doğu’nun yeniden yapılandırılması süreci burada durmayacaktır. Gazze, Lübnan ve Suriye’de yaşananların gösterdiği gibi, burada duramaz. Batı emperyalizmi, çok daha gözü kara devam edecektir. Hedefte Irak var. Irak’taki İran etkisini kırmak için şu veya bu biçimde, bütün yöntemleriyle saldırıya geçeceklerdir ama asıl hedef İran’dır. Dolayısıyla, daha büyük ve daha sert çatışmalar kapıdadır. Bu çatışma, Suriye’yi iki defa katlayacak; öyle beklendiği gibi belli bir istikrara değil çok daha keskin çatışmalar yaşanacak; hem yerel dinamikleriyle hem de bölge çapında süren emperyalist kapışmanın etkisi, sonucu şu anda tam bilemeyeceğimiz biçimlere ulaşacaktır. Ve aynı zamanda Suriye’de bütün dinamikler harekete geçecektir.

Komün Gücü: Bu çetelerin yaşadığı yenilgiler sonrası İdlip’e sıkıştığı biliniyordu. Sonrasında Türkiye devleti, kendi beslemesi ÖSO ile Rojava’ya saldırıp cihadist çetelere alan açtı ve İdlip’i gözlem noktalarıyla koruma altına aldı. Ancak anlaşma sadece İdlip’i korumamış, buradaki çeteleri teknik-askeri olarak donatmış; ayrıca İsrail’in de buradaki çetelere çeşitli yardımlar yaptığı biliniyor. Türkiye, Filistin meselesinde sürekli İsrail karşıtı söylemlerde bulunuyor fakat bugün Suriye’de bombalar yağdıran İsrail’e hiç ses çıkarmıyor. Aynı şekilde HTŞ de İsrail saldırılarına dair bir şey demiyor. Bu veriler ışığında nasıl bir konsensüsten bahsedebiliriz?

Mehmet Güneş: Rusya’nın ve İran’ın desteğini ve Suriye’deki rollerini de iyi anlamak lazım. Bu devletler, Suriye’de hem yan yana duruyordu hem de birbirinin ayağına basıyordu. Rusya, Suriye’de sadece koruyucu olmadı aynı zamanda Suriye’yi İsrail’in bombardımanına açtı. Bütün bu yıllar boyunca İsrail, Suriye sahasındaki İran milislerini, Hizbullah’ı ve Suriye güçlerini sürekli vurdu. Merkezlerini, karargâhlarını, geçiş hatlarını, cephaneliklerini, alt yapılarını, havaalanlarını vurdu. O zamana kadar Rusya buna hiç ses çıkarmadı. Son olarak, HTŞ’nin Şam’a oturmasıyla, İsrail, Suriye’nin tüm alt yapısını imha etti.

Rusya, İran’ın Suriye’deki etkisinin gelişmesini istemediği için bütün bunlara göz yumdu. Ayrıca Rusya’nın çıkarları bir bütün olarak, Suriye’yi korumak, Suriye halklarının geleceğini inşa etmek değil; güçten düşmüş, zayıflamış bir Suriye işine geliyordu. Yine kolu kanadı kırılmış bir İran işine geliyordu. İran da aynı biçimde kendi kontrolüne girmiş zayıf bir Suriye istiyordu. Çünkü Suriye, İran’la her zaman müttefik oldu ama apayrı dünyalar. Tabandaki cihadist çetelere rağmen, Suriye rejimi, hep laik ve seküler bir rejim ve İran’ın Şia anlayışıyla uyumsuz ve ayrı dünyalar. Rusya’nın göstermelik bir iki hava desteği oldu. İran’ın son süreçteki pozisyonunda ise Hizbullah ve Hamas’ın etkisizleştirilmesi ve kendi içinde yaşadığı ağır sorunlar etkili oldu. Yine Irak’taki Haşdi Şabi güçlerinin zayıf müdahale denemeleri gösteriyor ki, tam olarak neler karşılığında olduğunu bilemediğimiz bir “anlaşma” sonucu Suriye, çetelere teslim edildi.

Yıllar boyunca, bu büyük saldırı ve dostlarının da bir taraftan korurken bir taraftan kemirdiği Suriye’nin, savaş cephelerindeki güçleri iyice zayıflamıştı; BAAS kendi içinde hiziplere bölünmüş, ve sermaye çevreleri gelecek kaygısına düşmüştü. Suriye, dehşet bir ekonomik ambargo altındaydı. ABD’nin Sezar Yasaları denilen yaptırımlarıyla açlığın ve yokluğun içine itilmişti. Bütün bunları değerlendirdiğimizde, İran’ın ve Rusya’nın içeriğini tam bilmediğimiz anlaşmalar sonucu çekildiği belli; hiçbir şey yapmadılar veya yapamadılar. Suriye güçleri de tümüyle onlarla irtibat ve ittifak halinde bu direnişi sürdürdüğü için o ittifaklardan mahrum kaldığında bütün güçleri çözüldü. Direniş hatları zaten paramparça edilmişti. Devletler arasındaki uzun savaşlar, her yerde aynı sonuçları verir; en canlı dinamikleri öldürür, sistemleri çökertir ve toplumları çürütür. Suriye’de de sistem çürümüştü ve paramparça bir iktidar yapılanması doğmuştu. Mao’nun Çin’in bir dönemi için söylediği “savaş ağalığı”, tam olarak Suriye’de yaşanıyordu. Suriye devleti, ordu ve diğer kolluk güçleri dahil, tam anlamıyla çeteleşmişti. Dış destekleri de kesildiğinde, merkezi yapısını koruyamadı ve savaş alanlarından çekilerek, ülkeyi çetelere teslim etti. Çete saldırılarına sadece Hristiyan ve Alevi damarların bulunduğu yerlerde küçük direnişler oldu. Onun dışında Suriye güçleri, adım adım geri çekildi. Daha sonra zaten merkezi bir çağrıyla, bütün alanları bırakarak teslim oldular. Bu çekilme ve sonrasında Esad döneminde başbakan olan şahsın çeteleri iktidarı devralmaya davet etmesi, önceden anlaştıklarını gösteriyor.

Her şey çok hızlı gelişti, bu öyle bir süreçti ki, dipdiri olan Kürt dinamiği bile bir anlamda boşlukta kaldı. Çok büyük direniş hazırlıkları olan Tel Rıfat’ın etrafından; İran, Rusya ve rejim güçlerinin çekilmesiyle, bir anda çetelerin ortasında kaldılar. Kürt hareketinin, Kürdistan’ın dört parçasında elde ettiği güçlü savaş deneyimleri vardı. Bu savaş deneyimleri ve birikimiyle hazırladıkları Tel Rıfat ve Minbiç mevzilerinden kısmen direniş, kısmen uzlaşmalarla geri çekildiler. Bir anda uluslararası bir komplonun ortasında kaldılar. Ayrıca Rusya’nın, İran’ın, Suriye’nin ne yaptığını; ABD’nin, Türkiye’nin rollerinin ne olduğunu, gelişmelerin nerelere evrileceğini, tam olarak kimsenin tahmin edemeyeceği koşullarda, boşlukta kaldılar.

Tel Rıfat’ı boşaltmak zorunda kaldılar, Minbiç’te direndiler. Minbiç’te de doğu kesimi hariç hemen hemen bütün cephelerden çeteler saldırıya geçti. Minbiç Askeri Meclisi’nde olan Arap güçlerin bir kesimi çetelerin safına geçerek bir cepheyi dağıttı. Minbiç’te de çok büyük direniş hazırlıkları vardı ve birçok alanda çok sert çatışmalar oldu, çeteleri durdurdular ve geri püskürttüler. Bir aşamada ABD’nin devreye girdiği anlaşılıyor, SMO ile QSD arasında ateşkes imzalandı, ancak Türkiye ve paralı çeteleri bu ateşkese uymadılar. Qarakozak Köprüsü ve Tişrin Barajına yönelerek Kobane’ye dönük işgal saldırısının hazırlıklarına giriştiler. YPG ve YPJ öncülüğündeki QSD, Qarakozak ve Tişrin Barajı hattındaki direnişleri ile TC destekli SMO çetelerini ağır kayıp verdirerek püskürttüler. QSD, savaşma iradesi ve gücünü asıl olarak bu savaş hattında göstermeye başladı.

Şimdi Suriye’nin nasıl şekilleneceğine bağlı olarak; Gazze ve Lübnan’da yaşananları düşündüğümüzde, nasıl bir sert sürecin içinden geçildiği açıktır. Suriye’yi parçalamak ve paylaşmak için İsrail’in ve TC’nin acele ettikleri görülüyor. Emperyalistlerin de acelesi var; küresel kapışmada bölgede kazandıkları avantajı değerlendirmek ve kazandıkları mevzileri sonuna kadar götürmek için acele ediyorlar. Kazandıkları avantajı kaybetmemek için önüne çıkanı ezip geçmekte tereddüt etmeyecekler. Öyle anlaşılıyor ki, Suriye’yi kısa zamanda aşıp Irak’a yönelecek, İran’ın oradaki kollarını da kesip İran’a doğru yürüyecekler. Zaten İran’ın hedefte olduğunu bangır bangır ilan ediyorlar.

Rojava devrim güçleri, bu karmaşık ve çok yönlü zor dönemde, ister istemez kendi mevzilerini korumak, savaş güçlerini ezdirmemek için, zorunlu olarak istemedikleri esneklikler göstermek zorunda kaldılar. Yani, yanlış hamlelerle ezilmemek için esnemek zorundalar. Ayrıca ileride sükûnet değil, daha şiddetli çatışmalar görünüyor; TC bütün kanallardan Rojava’nın yaşamayacağını ilan ediyor ve saldırıyor. Bu koşullarda Rojava, gücünü koruyarak ilerideki daha keskin çatışmaları karşılamak için hazırlanıyor. Kendilerinin de söylediği gibi, çok ciddi tehditlerin ve fırsatların olduğu büyük bir karmaşa yaşanıyor. 50 yıllık savaş tecrübesi, diri askeri güçleri ve en önemlisi bulunduğu bölgede yaşayan tüm halkların desteği ile bu savaş ve şiddet sarmalında da başarıyla çıkacağını gösteriyor.

Astana görüşmelerinde Türkiye devleti, İdlib’de 15-20 km’lik geniş bir koridorda silahsızlandırılmış bölge yaratma, çeteleri silahsızlandırma taahhüdünde bulunmuştu. Bu anlaşmayı imzalamasına rağmen, her bakımdan tam tersi biçimde davrandı. Uluslararası çapta teknoloji ve silah desteği ile birlikte (Ukrayna üzerinden Batı emperyalizmin silah teknolojilerinin yeni ürünlerini sokarak) aynı zamanda bütün kanallardan cihatçı çetelere lojistik destek sağladı ve bizzat MİT ve Genelkurmay tarafından askeri eğitim ve donanım konusunda her türlü destek verildi. 2017’den beri hem kurumsal hem de kadrosal olarak MİT ve Türk Genel Kurmayı denetiminde bu saldırı hazırlanmış; Türk devleti, Suriye’nin tabutuna çivi çakmanın yanında Filistin direnişinin ana direğini yıkmış, İsrail ile birlikte Filistin’in kalbine hançer saplamıştır.

Komün Gücü: İbni Haldun, kendi döneminin İslam devletlerini inceleyince bu devletlere 3 kuşak ömür biçiyor. Bu da ortalama 120 yıla tekabül ediyor. Temel tezi ise devletlerin 3 kuşak içinde yozlaşarak asabiyetlerini kaybedecekleri biçiminde. BAAS da adından da anlaşılacağı gibi Arap milliyetçisi bir parti. BAAS Rejimi bu anlamıyla 61 yıl yaşadı. İbni Haldun’un asabiyet kavramı ile değerlendirirsek, Suriye devletinin çöküşünü nasıl değerlendirirsiniz. Öte yandan, selefi-cihadist bir asabiyetin Suriye’de yaşayan halkları kapsaması, Suriye devletini toparlaması mümkün mü?

Mehmet Güneş: İbni Haldun, biraz önce söylediğim Amin Maalouf’un anlattığı şehir devletlerinin savaşlarını ve Haçlı Seferleri’nin etkisiyle bütün Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da yaşanan süreci anlatıyor. Devletlere ömür belirlemesini, o dönemin ve bölgenin devletlerine bakarak yapıyor. İmparatorluklar daha uzun yaşıyor ve sonra kurulan ulus devletler de daha uzun yaşıyorlar. Ama ulus devletler de benzeri süreçlerden geçiyor, kendi çağlarında benzeri süreçleri yaşıyorlar. Yani zaman içinde yaşlanarak çürüyorlar, iç savaşlar yaşanıyor, parçalanmalar oluyor. İbni Haldun, tam anlamıyla tarihsel materyalist yasayı anlatıyor. Bunu biz günümüzde eşitsiz ve birleşik gelişmenin açılımı olarak anlayabiliriz. Ve bu anlamda Suriye’de zaten şöyle bir durum var; Birinci Dünya Savaşı sonucu Osmanlı bakiyesi topraklar paylaşılıyor. Irak, Ürdün ve Filistin, İngilizlerin denetimine geçiyor. Suriye, o zaman Bilad-ü Şam denilen Lübnan’ı, Filistin’i ve daha sonra Türkiye’de kalan Antakya’yı da içine alan geniş bölgenin adıdır. Filistin dışında Bilad-ü Şam Fransızların kontrolüne geçiyor. Ama Fransızlar bu coğrafyayı; Şam ve Halep’te Sünni Suriye devleti, Lazkiye ve Tartus’ta Alevi devleti, Süveyda’da Cebel-i Dürzi devleti, ayrı bir Lübnan devleti ve Antakya’yı (Liva İskenderun olarak biliniyor) direkt olarak kendilerine bağlıyorlar. Önce 5 tane devletçik kuruyorlar, bu yapıları tekrar bozuyorlar tekrar kuruyorlar, Lübnan’ı koparıyorlar. İskenderun’u ayırıyorlar, Alevi devleti kuruyorlar, Dürzi devleti kuruyorlar ve orta Suriye’de de Sünni devleti kuruyorlar. Dolayısıyla bunları hem birbiriyle rekabet haline sokuyorlar hem parçalıyorlar hem de yeniden birleştiriyorlar. Bu ayrı devletçikleri birbirlerine karşı kışkırtarak düşmanlık yaratıyorlar. Bu böl ve yönet politikasının dünyada görülmeyen örneği Lübnan Anayasası ve yönetim biçimidir. Bizzat o zamanki anayasa ve yönetim biçimi, Lübnan’ı iç savaşlara sürükledi. Ve Lübnan hala bu yapı içinde çırpınmaktadır. Benzeri bir anayasal sistem, Amerika tarafından, deli gömleği olarak Irak’a giydirilmiştir. Suriye halkları tüm bu uygulamaları reddedip sömürgeci Fransa’ya karşı sık sık isyanlar gerçekleştirmiştir. 1925 yılında Dürzi isyanı Şam, Halep, Hama, Humus ve Alevi devletinin katılmasıyla büyümüş ve kanla bastırılmıştır. 1937’de Alevi ve Dürzi devleti tekrar ayaklanıyor ve Şam devletiyle birleşiyorlar. İskenderun sancağı, Fransızların denetiminde bağımsız olarak tanınıyor. Daha sonra 1936-37’de bizzat İngiltere ve Fransa, Türkiye ile anlaşıyor ve İskenderun sancağını Türkiye’ye sunuyorlar. Antakya’nın Hatay olarak Türkiye’ye katılması, M. Kemal’in büyük diplomasi dehası dedikleri palavralarla değil Türkiye’nin bu anlaşmayla, İngiltere ve Fransa’nın Doğu Akdeniz’deki faaliyetlerine göz yumması karşılığıdır. Ama asıl olarak İsrail’i gözetme karşılığı Türkiye’ye bırakılıyor. Türkiye, Antakya bölgesini ilhak ediyor. Sonuç olarak bu anlamda bugünkü çatışmaların ve parçalanmaların temeli bu dönemde atılıyor diyebiliriz.

Komün Gücü: BAAS rejimi, Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi ile anlaşamaz mıydı? Başka bir deyişle tekçi ulus devlet paradigması, Suriye devletini çöküşe götürmüştür diyebilir miyiz?

Mehmet Güneş: BAAS’ın bir anda çöküşü ile ilgili birçok şey söylendi, ama bu meselenin üzerinde durmak lazım. BAAS’a bir anlamıyla Arap Kemalizmi diyebiliriz. Benzer sorunlar, Kürdistan’ı paylaşan Irak, İran, Türkiye ve Suriye’de yaşanmaktadır. Kürt sorununda bu dört ülke, ideolojik olarak son derece katı bir şekillenme içerisindeler ve koyu bir ulusçuluk, milliyetçilikten dolayı bizzat kendileri, kendi toplumlarını ve iç dinamiklerini paramparça ediyorlar. Bu, Türk devleti için geçerli olduğu gibi Suriye devleti için de geçerlidir. BAAS iktidarı her taraftan kuşatılmış, boğuluyor ve paramparça ediliyor. Bu saldırı altında dipdiri bir savaş gücü olarak Rojava Devrimi gerçekleşmiş, Kürtleri aşan boyutlarda, bölge toplumunun en diri kesimlerini etrafında toplamış ve işgalcilere karşı en kararlı direnişleri gerçekleştirmiştir. BAAS iktidarına, ısrarla demokratik temellerde anlaşma ve güç birliği önermiş, BAAS ise bütün bunları duymazlıktan gelmiştir. İran’a her türlü tavizi verip, Rusya’nın ayaklarına kapanıyor ama kendi halkının ısrarlı taleplerini reddediyor, bu tavrın mantığını incelemek lazım. Türkiye de bütün boyutuyla varlığını, ekonomisini, toplumunu bütünüyle kan ve kirle yoğurup Kürtleri katletmeye çalışıyor. Aynı şeyi İran belli tarihlerde yaptı. Irak BAAS’ının yaptıklarını anlamak için Halepçe’ye bakmak yeter. Bu dört devletteki koyu şoven milliyetçilik zehri kendilerini çöküşe sürükledi, sürüklüyor.

Çağımızın en büyük hastalığı, milliyetçilik ve faşizm

Ulus sorunu ve ulus devlet milliyetçiliği üzerinde yeniden durmak ve köklü bir muhasebe yapmak zorunlu hale gelmiştir. Yani bu konuda bizim Marksist teorik envanterimizde bu ulus devlet ve uluslaşma süreçleri olumlanıyor. Burada fazla derinleşemeyiz, daha geniş boyutlarda tartışılmalı bu konu. Ama şu boyutuyla anlamak lazım: Bu öyle bir hale gelmiş ki, bugünkü milliyetçilik, ulusçuluk, yurtseverlik bütün boyutlarıyla bence çağımızda insanlığın yaşadığı ve hala kurtulamadığı en büyük hastalığıdır. Veba, tifo, kolera insanlığı kırıp geçirmiştir; son örneği korona salgınıdır. Bunlardan daha beter, insanlığın birkaç yüzyıldır taşıdığı en büyük, en tehlikeli hastalık milliyetçilik ve ulusal şovenizmdir. Bunun nasıl bir şey olduğunu anlamak için belki Ali Şeriati’den yardım alabiliriz.

Merih’ten (başka bir gezegenden) dünyaya gelip keşfettikleri canlılar hakkında kendi gezegenlerinde konferans veren bilginlerden biri, şu tespitleri yapar:

“Evet, sonunda Dünyada hayat olduğunu söyleyen bilginlerin teorisi doğrulandı. Son araştırmalar orada hayat açısından çok ileri varlıkların var olduğunu göstermiştir. Bunlardan birinin adı beşerdir… O iki deliği, dört tutamağı olan bir tulum veya kırbadır. Bunlar beşer diye adlandırılır ve yeryüzünde o yandan bu yana, acayip bir telaşla ve hiçbir gezegen topluluğunda benzeri olmayan çok vahşi bir biçimde harekete geçerler. Bunların kendilerine özgü birbirini öldürme çılgınlığı vardır.

Kimi zaman uzak noktalardan, birbirleriyle hiç irtibatı olmayan, birbirini hiç tanımayan bu canlılardan büyük gruplar bir tasarım, düzen, heyecan ve tahrik ile kuşanır ve çok modern silahlar ve üst düzey donanımla yola düşerler; geçimlerini, işlerini, uğraşlarını ve ailelerini bırakıp gelir ve karşılıklı saf bağlar, sonra da kıyasıya savaşırlar.

Ben yiyecek sağlamak için bunu mutlaka yapmaları gerektiğini sanıyordum, fakat sonra gördüm ki! Tuhaf bir zahmet ve çileyle birbirlerini katledip öldürüyor, sonra kalkıp evlerine dönüyorlar. Kısaca adı beşer olan bu türün kendine eziyet etme ve kendini öldürme ile dolu bir tarihinin olduğundan bahsedilebilir. Bütün donanımlarını birbirlerini öldürme araçları için harcarlar… Bunun ardından büyük katliamlar gelir… Oysa birbirlerinin et ve kanlarını yemezler.

Birbirleriyle boğuşma ve vuruşmadan, birbirlerini yığınla öldürmelerden ve birbirlerinin evlerini yakıp yıkmalardan sonra bunları öylesine bir gurur ve böbürlenme kuşatır ki bunun nasıl moral ve ruhsal bir durum olduğunu biz anlayamadık. Sonra destanlar yazarlar… Yeryüzüne çok hakim oldukları halde bunların şimdiye kadar hiçbir hayvanın duçar olmadığı çılgınlık ve delilikleri vardır.”[1]

Şovenist ulusalcılık yalnızca Kürdistan’ı paylaşan bu 4 ülkeyle de sınırlı değil, tüm halklar için tehlikelidir. Arap dünyasına bakalım; 22 tane devlet çıkmış, tarihte böyle devletler yok. Ama kısa bir sürede bir takım marşlarla, bir takım renkli bezlerle kutsallaştırılıp her şeyi belirleyici hale gelmiş ve bütün gericiliklerin, sömürünün, eşitsizliğin ve her kötülüğün taşıyıcısı ve meşrulaştıranı kutsallara dönüşmüştür. Ama sadece geç gelişmiş kapitalist ülkelerde değil, en modern kapitalist ülkelerde, ırkçılık, en kanlı sonuçlarını yaşatmıştır. Tüm dünyayı kana boyayan Nazizm ve faşizm, gelişen modern kapitalizmin çocuğudur. İtalya’da faşizm, Almanya’da Nazizm, modern kapitalizmin ulusallaşma, milliyetçilik hastalığının kanlı ve ağır bir sonucudur.

Ulus-devlet zehri tüm toplumları tüketiyor

Ulus-devlet şovenizmini her geçen gün daha fazla azdıran bu dört devlet, hedef halindedir. Bu dört devlet, bizzat toplumlarını güçlendirecek, kendilerini tamir edecek, geliştirecek bütün dinamikleri milliyetçilik ve şovenizm zehri ile paramparça ediyor ve kendilerini dışa muhtaç ve dış müdahalelere açık hale getiriyor. Türkiye’nin Kürt meselesi için bütün dünyada kendisini nasıl pazarladığını görüyorsak; BAAS iktidarının çöküşünün temelinde de sadece Kürtlere de değil, Dürzilere, Ermenilere, Asurilere, Süryanilere, Türkmenlere… kısacası kendi halklarına güvenmeyip dış güçlere her türlü tavizi vermesi yatmaktadır. Emperyalist saldırı karşısında kendi halkının taleplerini karşılayarak, toplumunu demokratik temellerde birleştirerek daha güçlü durmak varken, tam tersine, kendisini bürokratik kastlara ve dış desteklere teslim etmesi, bu çöküşün temelinde vardır. Bu bir ders olacaksa, en başta Türkiye için ders olmalıdır, aynı biçimde bu İran için ders olmak durumundadır. Bu dersi, gerici ve faşist egemenlere anlatmıyoruz, halkların bu derslerden öğrenmesi esastır. İçeride ırkçılığı ve şovenizmi güçlendirme; bütün iç dinamiklerini dağıtan, paramparça eden ve çöküşü kaçınılmaz kılan şeydir. Bizim bu sorunlara yaklaşımımız böyle olmalıdır. Bu anlamda çöküşün bu boyutunda da BAAS milliyetçiliğinin etkisini görmemiz gerekir.

Komün Gücü: Kalem oynatan herkes Suriye’nin geleceği, gelişmelerin bölgeye yansıması ile ilgili bir şeyler yazıyor, söylüyor. Suriye’deki iktidar değişikliğinin uluslararası dengeler, Direniş Ekseni, Filistin ve Türkiye bağlamında yansıması nasıl olur?

Mehmet Güneş: Geleceği gösteren bir küremiz yoksa, sizin bu sorunuza kesin bir cevap vermek çok zor. Bu konuda Mao’nun bir sözünü hatırladım, bir tarihte bir gazeteci Mao’ya “Fransız Devrimi üzerine ne düşünüyorsunuz?” diye sorar. Ve Mao, gazeteciye “Fransız Devrimi’nin etkileri üzerine konuşmak için çok erken” der. Bir anlamda tarih, zaten yaşandığı dönemde değil, sonradan yazılıyor. Bütün burada yaşananlarda; gizli servisler, başka odaklar, devletler, örgütler düzeyinde iç içe geçişlerin olduğu kumpaslar döndü. Bunları bilemeyiz ama bütün bunların devrede olduğunu biliyoruz. Ve bugün, iletişimin ve haberleşmenin hızlanması oranında tarihsel süreçlere bakıp konuşmak geçmişe göre daha olanaklı. Ama aynı zamanda çok karmaşık süreçler, o kadar iç içe geçmişler ki ancak belli ayrıntıları yok saymadan, genel gidişata dair bir şeyler söyleyebiliriz. Birincisi, bugün Suriye nereye gidiyor? Suriye’nin geleceği nasıl olacak meselesini, burada iç dinamiklerden daha fazla kıran kırana süren dünya ölçeğindeki emperyalist hegemonya savaşlarının alacağı biçimlerle beraber düşünmek gerekir. İkinci olarak da şöyle tarif yapabiliriz; hiçbir şeye, hiçbir olaya andaki durumuyla yaklaşamayız. Çok hızlı ve beklenmedik değişiklikler, iç içe yaşanıyor. Birkaç ay önce bütün dünya Gazze’yi konuşuyordu. İki ay önce Lübnan’ı konuşuyordu. Suriye meselesi, alttan alta işliyordu, ama bunların gölgesinde kalmıştı. İdlip’teki bir çete örgütlenmesinin bir anda Suriye’yi yutacağını kimse aklından dahi geçirmiyordu. Yarın, bir gün bölgede veya dünyanın başka yerlerinde beklenmedik, benzeri olaylarla karşılaşmayacağımızı kim iddia edebilir?

Tektonik kayma yaşanıyor, hegemonya mücadelesi ile birlikte belirsizlik artıyor

Sadece Orta Doğu’da değil bütün kıtalarda benzeri beklenmedik patlamalar, gelişmeler yaşanıyor ve aynı zamanda toplumsal yaşamda, toplumsal temelde çatışmalar ve çelişkiler yaşanırken, tepelerde çok daha büyük fırtınalar kopuyor. Dünyanın efendileri, emperyalist merkezler çok daha derin sarsıntılarla çatırdıyor. En başta bütün bu süreçleri, her alandaki çelişkileri keskinleştiren, çatışmaları arttıran dünya çapında tektonik kayma yaşanıyor; 300-400 yıllık kapitalist hegemonya kıta değiştiriyor, deprem gibi bir şey oluyor. Atlantik gerilerken, Asya ve Pasifik önlenemez biçimde büyüyor ve yükseliyor. Şimdi bu işte biraz önce tartıştığımız; Avrupa merkezci ideoloji veya Batı üstünlüğüne inanan ırkçılık ve şovenizm, bütün kirlerini kusuyor; tüm değerleri ayak altında çiğneyerek, gözü dönmüşçesine hakimiyetini korumak için dünyayı çöküşe götürüyor. Ama bu emperyalist haydut devletlerin hepsi, kendi içinde değişik biçimde iç savaş toplumları haline gelmiş durumdalar.

Hiçbir burjuva hükümet yarınından emin değil. Fransa’da yeni hükümet birkaç ay dayanabildi. Almanya’da hükümet düştü ve önlerine koydukları seçimin sonuçlarını kimse kestiremiyor. Romanya’da, Moldava’da gerici iktidarlar seçim sonuçlarını kabul etmiyorlar. Gürcistan’da tersi yaşanıyor; Batıcı muhalefet sonuçları reddediyor. Afrika karmakarışık. Güney Kore’deki gelişmeleri tam olarak bilmiyoruz ama Kuzey’e dönük savaş veya saldırı planlarının geri tepmesi olarak gelişmiş olabilir. İngiltere’de, son bir yılda Muhafazakar Parti’li 3 başbakanın görevi devam ettirememesi ve istifası ile son seçimde İşçi Parti’li bir başbakan seçildi ve hükümet değişikliği oldu. Amerika’da, seçimlerden önce her tarafta, Trump kazanamazsa iç savaş çıkacak, diyorlardı. Trump’ın kazanmasıyla bu mesele ortadan kalkmış olmadı, daha da büyümüş ve çelişkiler artmış olarak devam ediyor. Avrupa da kendine göre bir çöküş yaşıyor. Almanya bütün alanlarda geriliyor. Bir zamanlar bütün dünyanın en hızlı gelişen, en köklü sanayi devi Almanya’nın gerilemesi, bütün Avrupa’yı aynı biçimde arkasından sürükler. Fransa’nın, İngiltere’nin, İtalya’nın durumu daha iyi değil. Bütün bunlar, birikmiş olarak zaman kaybetmeden küresel hegemonya savaşının üstüne yükleniyor. Ve bu süreçler, savaşı hem hızlandırıyor hem keskinleştiriyor hem de geri dönüşsüz hale getiriyor.

Avrupa’nın göbeğinde, ABD-Fransa-İngiltere, Ukrayna topraklarına füze rampaları yerleştirmişler, Rusya’nın içini dövüyorlar. Emperyalistler, birbirlerine karşı füzeleri ateşliyor. Bu öyle sıradan bir olay değil. Bunu şunun için söylüyorum, bu gerginliklerin nereye gideceği belirsiz; nükleer savaş tartışmalarına girmeyeceğim; ama içinden geçtiğimiz dönemin nasıl gergin, sert ve dönüşsüz bir savaşa evrildiği açık. Bütün ülkelerde bu kavganın sürdüğünü, bizim coğrafyamızda ve diğer coğrafyalardaki yansımalarını görüyoruz. Ve buradan anlayacağımız; Suriye’nin geleceği, iç dengelerle birlikte, bu gelişmelere bağlı olarak şekillenecek. Suriye’nin iç dengelerinin paramparça hali yanında, aynı zamanda bu uluslararası kapışmanın hedeflerine baktığımızda çok daha büyük ve keskin çatışmalar kaçınılmaz görünüyor.

Bölgesel bir denge sağlanmadan hiçbir bölge devleti istikrara kavuşamaz

Bölgede bir denge sağlanmadan Suriye’de istikrar olmaz. Daha doğrusu, bölgede bir denge sağlanmadan hiçbir bölge ülkesinde istikrar sağlanamaz. Suriye direği kırılınca, Irak hedef alınacaktır. Irak’ta yaşanacak bir çatışma, Türkiye dahil tüm komşu devletleri etkileyecektir ama Suriye’yi içine çekecektir. Irak’ta, İran’ın ayaklarının kollarının budanmasının daha sert biçimde gelişeceği çok açık ve aynı zamanda İran’a karşı ABD, İsrail, Suudiler, Körfez sermayesi ittifakı kurulmuştur. Türkiye’nin de bu ittifaka zorlandığı çok açık.

İran, böylesi bir saldırı başlayınca ne yapacaktır? İran bu saldırılara ne kadar direnebilir? İki ihtimalden söz edebiliriz; İran ya bir bütün olarak İslam devrimini yayma hedefinden vazgeçip, bütün ideolojik-dinsel hedeflerini kırıp, Batı’ya teslim olacaktır ya da zayıflamış haliyle bütün zorlukları göze alıp direnişi sürdürecektir. İran direnişi devam ettirdiğinde ise nasıl Gazze’yi, Lübnan’ı, Suriye’yi dümdüz ettilerse; aynı güçler, daha büyük bir iştahla İran’a saldıracaklarını açık ilan ettiler. İran’ın devlet sistemi sarsılsa da kendini devam ettiriyor; ama ekonomik durumu çok kötü ve tüm altyapısı çökmüş durumda. Bir savaş durumunda enerji ve iletişim hatları kolayca yıkılabilir ve savaş güçleri koordinasyonsuz kalarak zor duruma düşer. İki komşusu Azerbaycan ve Türkiye, gözlerini İran’ın üzerine dikmiş, çöküşünü bekliyor. İçeride başta Kürtler olmak üzere, Beluciler ve Kuzistan Araplarıyla ağır sorunlar yaşıyor. Azerbaycan, İsrail’in karargâhı durumunda ve Güney Azerbaycan’ı (İran sınırı içindeki) sürekli kışkırtıyorlar. Azeriler uzun süredir bu kışkırtmalara gelmiyor. Ama bir çöküş durumunda neler gelişeceği bilinmez. Kürtler de benzer bir durumda, sürekli baskı ve idamlara rağmen sistem içinde kalarak direniyorlar. Aynı biçimde bir çöküş durumunda kimse Kürtlere, yerinde otur, bekle diyemez. Beklemeye yatarsa meydanı başka güçler doldurur. Bütün bunlara rağmen İran kolay lokma değil. Batı emperyalizminin İran’a karşı savaşı, bütün bölgeyi içine çekebileceği gibi, hiç istemeseler de Rusya ve Çin devreye girmek zorunda kalabilir.

Suriye hiçbir gücün yapıştıramayacağı biçimde, tam anlamıyla eklemlerinden kırılmış, dokuları parçalanmış durumda. Hiçbir yapıştırıcı, bu durumdaki toplumu bir arada tutamaz. Uzun savaşın getirdiği yorgunluktan dolayı geçici bir sükûnet dönemi olabilir. Ama Suriye, çok daha sert çatışmalara gebe görünüyor. Afganistan 40 yıldır kanıyor, Irak 30 yıldır durulmadı, Libya’nın durumu ortada. Suriye’nin, röportajın başından beri anlattığımız koşullarda sükûnet bulması ve istikrara oturması mümkün değil. En başta birçok güç Suriye’de elini güçlendirmiş ve iktidara tam olarak kuklalar oturtulmuş. Kuzeyden Türkiye, güneyden İsrail ve bilumum diğer güçler şimdiden birbirlerine karşı mevzilenmiş durumda. Bu da yeni ittifaklar ve yeni güçler, yeni çatışmalar demektir. İran zayıflasa da Suriye’de ilişkileri sürmektedir. Arap dünyasının tavrı ne olacaktır? Ama Suriye haritasını çizecek olan, bölge haritasını çizecek olan, eğer Suriye halkları kendi kaderlerini ellerine almak için mücadele etmezse, Amerika ve NATO’dur.

Komün Gücü: HTŞ lideri Colani, Türkiye ve ABD’nin terör listesinden bir anda çıktı. Yaptıkları makyaj, giydikleri modaya uyumlu kıyafetlerle ılımlı bir görüntü vermeye çalışıyor. HTŞ de artık dertlerinin küresel cihat olmadığını belirtiyor. Dün terörist olan, bugün yeni Suriye’nin kurucu öznesi kabul ediliyor. Bu bağlamda terör kavramı günümüzde nereye oturuyor?

Mehmet Güneş: Terör kavramı diğer kavramlar gibi zaman içinde birçok değişiklikten geçmiştir. Aslında terör kavramı, anlamını Fransız devriminde kazanmıştır. Robespierre, “terör”ü halkın hesap sormasının ve adaleti sağlamasının bir yöntemi olarak tanımlar. “Terör” kelimesini, halkın yüce duygusunun eylemli ifadesi olarak kullanır. Fransız devriminden sonra, bütün dünyada, her türlü baskı ve zulme karşı, bütün direnişler terörü meşru bir kavram olarak içselleştirmiş ve benimsemiştir. Terör gibi “provokasyon” da zaman içinde anlam değiştirmiştir. Bu iki kavramdaki anlam değişikliği, hakim hegemonyanın ideolojik etkisiyle gerçekleştirilmiştir. Bir anlamda, ezilenlere ait bir takım silahların paslanması olarak anlayabiliriz. Provokasyonun çıplak kelime anlamı kışkırtmaktır. Yani alt sınıfların-ezilenlerin; sermayeye karşı, sermayenin binbir türlü baskı, zulüm ve zorbalığına karşı, sınıfsal bir çelişki temelinde kitlelerin kışkırtılmasıdır. Ve güçlü anlamı olan bir kavramdır; ajitasyon, propaganda, provokasyon üçlüsü birlikte kullanılıyordu. Hatta ajitasyon, propaganda, provokasyon ve devrimci veya kızıl terör, bir zincir olarak halkların mücadele sloganlarındandır. Uzun bir dönem meşru ve devrimci mücadele yöntemlerinin içindedir. Bu kavramların paslanması veya burjuvazinin lanetlemesine terk edilmesi, devrimcilerin burjuva ideolojik saldırı karşısında direnmeyip, kendi etkili silahlarını terk etmesiyle sonuçlanmıştır.

Terör söylemi, bir ehlileştirme aracıdır

Sosyalist sistemin çöküşüyle birlikte, bizzat korku imparatorluğu olarak yaşayan emperyalizmin ve emperyalist devletlerin, kendi toplumlarını pasifize etmek, kendi saldırgan ve sömürgeci emelleri etrafında toplamak için kullandıkları “komünizm tehdidi” söylemi boşluğa düşmüş ve ortadan kalkmıştır. Bunun yerini, bir dönem “medeniyetler çatışması” ve İslam fundamentalizmi tehdidiyle doldurmak istediler. Ama zaman geçtikçe, emperyalizm çürüdükçe ve kitlesel dinamikler yükselip, değişik karşı koyuş biçimleri açığa çıktıkça emperyalist sistem, kendisine karşı olan her şeyi terör olarak lanetlemiştir. Terör kavramının bu aşırı sündürülmesi, iki yönde hizmet etmiştir: “Terör” kavramını lanetli hale getirerek hem kendi katilliklerini meşrulaştırıyor hem de kendilerine dönük her türlü karşı çıkışı “terör” olarak mahkûm ediyorlar. ABD; Afganistan, Irak, Latin Amerika ve diğer ülkelerde gerçekleştirmiş olduğu kanlı eylemlerinin hepsini “terörü önlemek” gerekçesiyle yapmıştır. Yalnız ABD değil, bütün burjuva devletler, tüm dünyada en yüksek düzeyde terör uyguluyor ve yine kendilerine karşı yükselen her mücadeleyi “terör” yaftasıyla kriminalize ediyorlar. Bu anlayışı tüm muhaliflerine, hatta Marksist geçinen geniş bir çevrenin ideolojik olarak beynine çivilediler. Bu çevreler, emperyalistlerden daha çok içselleştirmiş bir şekilde sabah akşam terörü lanetliyorlar.

Olan biten açıktır, dünya çapında devrim ve komünizm için mücadeleler zayıfladığı oranda, kendi silahlarını bırakmıştır. Bugün, bütün devrimci yöntemler, emperyalist-kapitalist şiddete karşı kullanılan bütün devrimci eylem ve yöntemler, en uç biçiminde bizim ülkemizde terör olarak lanetlenmektedir. Dolayısıyla bizim bu ideolojik saldırı karşısında, bu silahı yeniden anlamlandırmamız ve paslanmaktan çıkarıp devrimci terörü, kızıl terörü yeniden anlamlı tahtına davet etmemiz gerekiyor.

Komün Gücü: Dünya Gazzeleşiyorken, devrimciler nasıl mücadele etmelidir?

Mehmet Güneş: Bu konuda hazır bir reçetemiz yok. Uzun süredir dünya çapında bütün gericiliklerin, her türlü yöntemlerle en azgın biçimde; batıda, doğuda, kuzeyde, güneyde, en ileri ülkelerde, geri ülkelerde her tarafta sınır tanımadan saldırıya geçtiği bir dönemdeyiz. Ve bizim cephemizde arkamızdaki iki yüzyıllık birikimin deneyleri dışında pratik bir güç yok. Bu şiddet yüklü dünyada, somut pratiğe etki edecek bir güç yok. Burada ilginç olan ve çözülmesi gereken sorun şu; bu içinde bulunduğumuz dönem, dünya kapitalist sisteminin ve devletler sisteminin, bütün kuralları yıkarak, yepyeni biçimlerde ve her şeyi silah haline dönüştürdüğü; karşısına çıkan, direnen tüm güçleri yakıp, yıkıp, ezip geçtiği bu koşullarda, biz yüzyıl önceki kurum ve silahlarımızla ve yöntemlerimizle, bu durdurulmaz hayasız akıma karşı koyamıyoruz.

Genel şeyler söyleyebiliriz. Şimdi nasıl ki bu, topyekûn bir saldırıysa; emperyalist egemenlerin hiyerarşik dizilimi ile bütün küre çapında her alana, bağlantı içinde saldırı yapılıyorsa; bizim de bu koşullarda, her birimdeki direnişleri bağlantılamamız, birleştirmemiz gerekiyor. Bütün ülkelerde kitleler, yükselen, alçalan kesintisiz bir eylemlilik içindeler; ama siyasal bir programdan ve siyasal öncü örgütlerden yoksunlar. Bu durum, hem her parçadaki direnişlerin daha ileri ve devrimci hedeflere yükselmesini önlüyor hem de diğer parçalardaki mücadelelerle birleşmesinin ve dayanışmasının önünde engel oluyor. Bu, uzun süredir devam eden bir zafiyet. Bir anda aşamayız, ama tüm mücadele içindeki güçlerin, bu sorunu önüne alıp tartışması gerekiyor. Adım adım uluslararası planda sürmekte olan mücadeleleri birleştirecek kurumları, yeni döneme uygun inşa etmek, tüm Marksistlerin önündeki görevdir.

Ve bu aşamada gözümüzü yeni yollara ve yöntemlere döndürmeliyiz. Nesnel gerçeklik olarak, binbir çeşit ideolojik motiflerle süren, tüm çatışmalar ve bugünkü savaşlar; tarihin gördüğü en keskin sınıf savaşlarıdır. Dünya topyekûn sınıf savaşlarıyla kıvranıyor. Sınıf savaşları, hiçbir kural tanımadan, sınırları aşarak büyüyor ve genişliyor. Dünya, en yüksek proleterleşme dönemini yaşıyor. Asya, Afrika, Latin Amerika proleter yataklarına dönüştü. Büyük emperyalist metropollerde de küçük burjuvazi ve orta sınıflar hızla proleterleşiyor. Ve biz, bu temel gerçekliği, temel çelişkiyi, emek-sermaye çelişkisini unutmadan, yüz yıl önce yaratılan mücadele kurumlarını, araçlarını ve silahlarını bir bütün olarak yeniden gözden geçirmeliyiz. İşçi sınıfının öncülüğü, kitlelerin belirleyiciliği ve bu hedefleri oluşturacak tüm kitlesel örgütlenmeler ve mücadele tarzları, bugünün gerçekleri temelinde yeniden inşa edilmek zorundadır. Tüm bu konularda, Marksist dünya devrim mücadelelerinin ve birikimlerinin tümden geçersiz olduğunu söyleyemeyiz. Ama bütün bu sorunları yeni bir tarzda ele alarak döneme uygun biçimlere kavuşturmak zorundayız.

Teorik ve pratik tüm birikimimizi köklü biçimde yenileme gereği, keyfi bir yenilik merakı değil. Nesnel dünya gerçekliğinin dayattığı zorunluluktur. Tekrar bakalım; Gazze, Lübnan, Kürdistan, nasıl bir dünyada yaşadığımızı açık olarak göstermiyor mu? Bu gerçeklere gözümüzü kapayarak, eski bildiğimiz yollardan yürüyemeyiz. Evet, tüm yeryüzü proleterleşmiş, tüm ülkeler kaynıyor; kitlesel ayaklanmalar kısa aralıklarla, duraklayarak ama aralıksız devam ediyor. Dünya çapında kadınların mücadelesi sürüyor. Bütün bu hareketliliği, yerel alanlarda dayanak ve direnç noktaları yaratarak; evrensel düzeyde, yeni araç ve yöntemlerle zenginleştirerek; yeni bir savaş düzeyine, tarzına yükseltmenin yollarını aramalıyız. Mücadeleler sürüyor, ama birikim ve güç yaratamıyor, sonuçsuz kalıyor. Yeni savaş yöntemleri geliştirmeliyiz ve ancak savaşarak birikim yaratabileceğimizi, bilincimize yerleştirmeliyiz.

Öncüllerimiz, 20. yüzyılı gelişmelere bakarak ve haklı olarak “kapitalizmin çöküş, sosyalizmin yükseliş çağı” olarak ilan ettiler. Bu gelişim 1970 sonlarında durdu ve emperyalizmin saldırı ve yıkım dönemi başladı; 200 yıllık dünya devrimci birikimi yıkıldı. Ama kitlelerin mücadelesi, sınıf mücadelesi durmadı, daha sert koşullarda, şiddetli sarsıntılar olarak devam ediyor. Bütün bu mücadele dinamiklerini yerel alanlarda da bir dayanak ve direnç noktalarına dönüştürüp uluslararası mücadele cephesine yüklemeliyiz. Bunun için yeni savaş yöntemleri ve savaşarak birikim yaratabilecek, güç yaratacak bir düzeyi hedeflememiz gerekiyor.

İşçi sınıfının mücadelesi, kadınların, gençliğin mücadelesi, ezilen halkların mücadelesi, doğa için mücadele ve bütün bunları yok saymadan, eski tarz ve araçlarla yürüyen bu mücadelelerin bir aşamada işçi sınıfının tüm diğer dinamikleri etrafında toplayarak, şiddet yöntemlerini de içine alan “topyekûn ayaklanma” stratejisinin ömrünü doldurduğunu düşünüyorum. Bu anlamda hiçbir kesimin, bugünkü sınır tanımaz terör karşısında tutunma ve güç oluşturma olanağı yoktur. Bütün bu görevleri, işçi sınıfının örgütlenmesine ve öncülüğüne bağlayan ezberlerden kesin olarak kopmak zorundayız. Bunu sınıfın öncülüğünü reddetmek olarak anlayanlar, yaşadığımız sınıf mücadelesinden hiçbir şey anlamamıştır. İşçi sınıfının devrimde öncülüğü her zamankinden daha zorunlu hale gelmiştir. Ama öncülüğü kazanmanın araçları ve yöntemleri değişmiştir. Bu can alıcı tartışmayı burada derinleştiremeyiz, bu konudaki tartışmayı sonraki sohbete bırakalım.

Emperyalistler, her düzeyde şiddet ve terör yöntemlerini gözü kara kullanırken, terör kavramlarıyla bütün silahlarımızı yöntemlerimizi lanetleyip işlevsizleştirdiler. Kendileri gökyüzünü, yeryüzünü, denizleri, uzayı savaş alanına çevirmiş, her şeyi silah haline getirmiş, kuralsız saldırı halindedirler. Kendi sistemlerinde hiçbir türlü muhalefete yaşam hakkı tanımıyorlarsa, tüm yeraltı ne güne duruyor? İlk Hristiyanlar, yeraltında mağaralarda örgütlendiler. Zorbalar, yeryüzünü kuşatmışsa, tüm yerin altı, tüneller ve mağaralar bizimdir. Beton cehennemine çevirdikleri bütün o metropollerin her girdisi, her köşesi, tüm altyapısı bizimdir, varoşlar bizimdir. Varoşlar ve tüm yeraltı dünyası; yeni güç biriktireceğimiz alanlar buralardır.

Düşmanımızın bütün silahlarını, bize karşı kullandığı silahları, basit ve küçük boyutlarda üretip onlara karşı döndürebiliriz. Bu yöntem birçok direnişte çok etkili olarak kullanıldı, kullanılıyor. Emperyalistleri ürküten bu araçları; kitlesel üretip, basit şekilde tedarik edip havada, karada her yerde onlara karşı döndürebiliriz.

15 Aralık 2024

0 Paylaşımlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir