Derler ya, şans bir gün yoluna çıkar insanın. Ama bazen, ne kadar beklersen bekle, o yol bir türlü dönüp senin kapına uğramaz.
Bir zamanlar, uzak bir yörede, garip mi garip, yoksul mu yoksul bir genç yaşardı. Ne annesi vardı ne babası. Ne başını sokacak bir evi, ne de elinde avucunda bir şey. Yaz gelince dağlarda çoban olur; keçilerin, koyunların peşinde altı ay boyunca taşlara, rüzgârlara yoldaşlık ederdi. Kış gelince, ahırdan bozma bir kulübeye sığınırdı. Damı akan, rüzgâr içeride ıslık çalar, kar taneları duvarlardan içeri süzülürdü. Bazen yatağına uzanır, kar tanelerının, rüzgarla dansını izlerdı.
Yaşam onun için ne yazda ne kışta kolaydı. Çevresindeki hayatlara bakar, bazen iç geçirirdi:
“Benim de düzgün bir evim olsaydı… Sevdiğim bir kadına, aşık olsaydım… Ortalıkta koşup oynayan çocuklarım…”
Sonra isyan ederdi yoksulluğuna. Dünya ile savaşmak isterdi. Ama hemen ardından, kendi kendine gülerdi:
“Sanki elimde top var, tüfek var da… Dünya’ya savaş açacakmışım.”
Zengin olmanın nasıl bir şey olduğunu hayal ederdi.
“Öyle bir ev yapardım ki, herkes kıskanırdı. Güzel bir kadın severdim, ona aşık olurdum. İki sarı saçlı, mavi gözlü kızım olurdu. Evimin bir odasını kitaplık yapar, her gece onlara hikâyeler okurdum. Sonra birlikte dünyayı gezerdik, onların dünyası benimki gibi küçük olmasın diye…”
Birden uyanır gibi olurdu. Hayal dünyasından düşerdi.
“Al işte… Fakirin hayali de kendisi kadar fakir olur.”
Kızardı kendine.
“Dünya savaşın pençesinde. Bir avuç zengin daha iyi yaşasın diye, milyonlar açlıkla sınanıyor. Filistin haritadan silindi. Binlerce insan katledildi, yüzbinlercesi sürgün edildi. Kürt halkı yarım yüzyıldır irade savaşı veriyor. Ulusal kimliğini kabul ettirmek için mücadele ediyor.”
Elbette onun yaşadığı fakirlik de önemliydi. Ama artık biliyordu:
Kurtuluş bireysel değil, toplumsal olmalıydı. Büyük düşünmek, doğru stratejiyle doğru politikayı bulmak gerekiyordu. Bunun için de komünist partiye ulaşmak şarttı.
Ama nasıl? Kimin komünist olduğunu nereden bilecekti?
Bir keresinde, bir iş için gittiği köy okulunda, bir öğretmeni köşede bir dergi okurken görmüştü. Fark edildiğini anlayan öğretmen, telaşla dergiyi gizlemeye çalışmıştı. O anı hatırlayınca içi ısındı.
“Bilgi elimin altındaymış da ben farkında değilmişim…”
Çoban, uzun zamandır içinde büyüttüğü bir isteğin peşindeydi. Öğretmenle tanışmak, ondan bir şeyler öğrenmek istiyordu. Çünkü onun gözünde bilgiye giden yolun en doğru adresi öğretmendi. Ama bu arzuyu kimseye sezdirmeden, dikkat çekmeden gerçekleştirmeliydi. Günlerce düşündü, taşındı. Sonunda bir iki okulun önünde görünmeye başladı. Selam verdi, birkaç soru sormayı bahane ederek sohbet etmeye çalıştı. Zamanla aralarında sıcak, samimi bir dostluk doğdu.
Önce roman kitapları alışverişi başladı. Ardından bir gün öğretmen, Nazım Hikmet’in bir kitabını uzattı ona. Çoban, kitabı alırken gözleri parladı:
— Bak hoca, ben başından beri senin okuduğun o dergiyi istemeye çalışıyorum, dedi. Tamam, Nazım Hikmet’i de okurum. Ama o dergiyi de okumak istiyorum. Çünkü dünyada yaşanan bunca haksızlığa karşı bir şeyler yapılması gerektiğine inanıyorum. Tek başıma ve bilinçsizce değil… Niye ve nasıl yapmam gerektiğini öğrenerek yapmak istiyorum.
Öğretmen, bu sözler karşısında bir an durdu. Gözleri uzaklara daldı. Belki kendi gençliğini, belki ilk okuduğu o dergiyi düşündü. Sonra hafifçe gülümsedi:
— Tamam, dedi. Kısa zamanda sana o dergiyi getireceğim.
Bir gün köy kahvesinde yorgunluk çayını yudumlarken, çobanı kahvenin önünde muhtarla konuşurken gördü. Sohbetleri bitince birlikte çay içip uzun uzun konuştular. Öğretmen, çobanın gözlerindeki kararlılığı fark etti. Ayrılırken şöyle dedi:
— İki gün sonra lojmana gel. Hem birlikte yemek yeriz, hem de dergiyi veririm.
İki gün sonra, çoban sabah erkenden kalktı. Üzerini özenle giyindi. Lojmanın yolunu tutarken içi kıpır kıpırdı. Kapıyı çaldığında öğretmen güler yüzle karşıladı onu. İçeri girdiğinde, odada öğretmenden başka biri daha vardı. Yabancı ama tanıdık bir yüz… Belki bir eski öğrenci, belki bir dost, belki de derginin yazarı…
Çoban bir an durdu. Gözleri öğretmene, sonra misafire kaydı. İçinde bir merak, bir heyecan, bir ürkeklik… Ama geri adım atmadı. Çünkü artık sadece bir çoban değildi. Öğrenmek isteyen, sorgulayan, dünyayı anlamaya çalışan bir yolcuydu.
O gün, sadece bir dergi verilmedi ona. O gün, bir kapı aralandı. Bilginin, farkındalığın, dayanışmanın kapısı. Ve çoban, o kapıdan içeri adım attı.