İran-İsrail Savaşı ve Türkiye solunun hal-i pür melali – Mehmet Güneş

Makale

Herkesin bildiği üzere siyonist İsrail ve ABD, İran’a yönelik çok kapsamlı ve emperyalist bir saldırı başlattı. Savaş şu an tüm şiddetiyle devam ediyor. İsrail, İran’ın, en büyük doğal gaz sahası başta olmak üzere, tüm enerji tesislerini ve yaşamın devamı için zorunlu olan altyapı tesislerini yerle bir ediyor. İlk beklenmedik darbelerin şokunu atalatan İran ise bütün gücüyle karşılık veriyor ve şu an resmi olarak “İsrail ile savaşa girdik”lerini ilan etti. Tüm bu gelişmeler savaşın uzayacağını ve yaygınlaşacağını gösteriyor. Savaş, tüm dünyayı içine çekiyor ve giderek kestirilemez bir zaviyede şiddetleniyor ve bölge devletlerini içine çekmekten daha öteye, yakın coğrafyalara yaygınlamasına genişleme eğilimi gösteriyor. Türkiye solunun içinde ise savaşa karşı tavır konusunda tartışmalar sürüyor. Savaşın gidişatına ve bu tartışmalara dair biz de bir şeyler söylemek durumundayız…

Öncelikle çok açık olarak koymak gerekiyor ki, İran, emperyalizmin ve siyonizmin açık ve çıplak saldırısı altındadır ve biz amasız fakatsız bu saldırı karşısında İran halklarının, devrimcilerinin ve komünistlerinin yanındayız. Ayrıca bu saldırı, Gazze, Lübnan, Suriye’de işlenen katliamların devamıdır ve yalnız savaşın hedefi olan ülkeleri değil tüm bölge halklarını ve devrimci güçlerini ezmek ve teslim almak için sürdürülen emperyalist bir saldırıdır. İran’da süren savaş bizim savaşımızdır ve İran’da emperyalizmin kazanması ve istediği şeyi tam olarak gerçekleştirmesi demek, bizim kaybetmemiz demektir. Gazze’yi yerle bir eden, Filistin halkına soykırım uygulayan siyonist İsrail’e ve Batı emperyalizmine, tüm insanlık düşmanlarına, nasıl ve ne kadar karşıysak, Gazze saldırısının devamı olan İran saldırısına da aynı biçimde, siyaseten ve ahlaken karşıyız. Aynı zamanda, ikircimsiz olarak, bu saldırıyı, dünya çapında süren sınıflar savaşının bir etabı olarak görüyoruz.

Şimdi, savaşa karşı tavrımızın ne olacağına geçmeden önce, bu söylediklerimizi biraz daha açmak gerekiyor. Hiç ezber kalıp cümleler kurmadan, çıplak gözle dünya jeopolitiğine baktığımızda, başka bir dünyaya geçtiğimiz açıktır. Bugün her zamankinden daha fazla şiddet, politikanın yerini alıyor. Savaş ve şiddetin giderek tahmin etmediğimiz biçim ve boyutlara sıçrayacağı bir süreç, gözlerimizin önünde akıp gidiyor. Öyle ki, ABD ve Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı sonrası kurdukları düzen çöktü; bu emperyalistler dünya üzerindeki mutlak hakimiyetlerini ve eski kontrol ettikleri coğrafyaların büyük bölümünü kaybettiler. Bir daha asla tek kutuplu küresel bir hakimiyet kuramayacaklar. Her şey onların aleyhine işliyor ve başka bir dünya kurulamıyor. Kaos; devletleri, sınırları, ülkeleri aşarak bütün alanlarda sürüyor. Şehirler yıkılıyor, örgütler eziliyor, devletlere el konuyor. Aman dinlemiyorlar! Dünya emperyalist sistemi, adeta kendi intiharına doğru koşuyor. Kaybetmekten korktukları için çok aceleleri var! O yüzden, yakarak, yıkarak, şehirleri bombalayarak, katliam boyutlarında ölümlere aldırmayarak ilerliyorlar.

Tüm bunlardan kaynaklı, bölgemizde yaşananların, sadece bu bölgeyle sınırlı olmadığını söylemek gerekiyor. Ortadoğu’da yaşanan çatışmaları, dünya çapında süren emperyalist rekabetten ayrı düşünemeyiz. Yaşananları küresel düzeyde süren emperyalist bloklar arasındaki rekabetten ayrı düşünürsek anlayamayız. İsrail, Gazze’yi kendi yerleşimci-apertheid düzenini korumak ve genişletmek için kana buladı; ama bunu aynı zamanda, ABD başta olmak üzere tüm Batılı emperyalistlerin desteğiyle gerçekleştirdi. Ukrayna-Rusya savaşı, nasıl Ukrayna ve Rusya arasında değil de ABD/AB/NATO-Rusya savaşıysa, İran’a İsrail saldırısı da aynı biçimde İsrail’den önce ABD ve NATO’nun İran’a saldırısıdır. İran’a yönelik saldırı, asıl olarak Batılı emperyalistlerin Çin’e saldırısının ön hazırlığıdır. Yani savaşlar, küresel güçler arasında sürmektedir. Biz daha önce bu küresel düzeyde süren emperyalist boğazlaşmada tarafsız olmadığımızı ilan ettik. Amasız ve fakatsız, saldırgan hegemon Batılı emperyalistler ve müttefiklerinin kaybetmesinin, dünya sınıflar mücadelesinin nesnel olarak çıkarına olduğunu da ilan ettik. Bunun büyüyen ve keskinleşen bir etabı olan İran’a saldırıda da tavrımız aynıdır. Ancak bu, herhangi bir bloktan yana olduğumuzu göstermez. Komünistler olarak görevimiz, bu kapışmanın içerisinde kendi bağımsız sınıf çizgimizi pratikleştirmek, güç haline getirmek, devrimci bir yol açmaktır!

Bu küresel rekabet ve çatışma gerçekliği içerisinde İran’a yapılan emperyalist saldırı, ABD’nin, Batı emperyalizminin ve siyonist İsrail’in, Ortadoğu’yu tam olarak hakimiyetleri altına alarak, rakiplerini saf dışı bırakmaları boyutuyla da karşı tarafa yönelttikleri bir savaş ilanıdır. Bu iyi anlaşılmalıdır. Kimse Afganistan’da başlayan savaşın hangi boyutlara varacağını öngöremedi. Afganistan ve Irak yanarken Libya ve Libyalılar; Libya işgal edildiğinde ise Suriye ve Suriyeliler dahil kimse, bugün bölgemizde yaşadıklarımızı aklından geçirmiyordu. Irak savaşı da Irak’la sınırlı kalmadı. Bu savaş, sonrasını, yani bugüne gelen tüm süreci belirledi. İlk hamle doğru olarak anlaşılmazsa, sonrasındaki gelişmeler ve nelere yol açacağı hiç anlaşılmaz. İran son kaledir ve İran kalesi, Çin başta olmak üzere, İran’ın müttefiklerinin kalelerine hücum anlamınadır. İran’ın müttefiklerinin, ne kadar sessiz kalacaklarını veya nasıl devreye gireceklerini şu an için bilmiyoruz.

Ayrıca, altını kalınca çizmek gerekir: Bu savaş tüm yerküreyi ilgilendirdiği gibi, kendi içinde iç savaş düzeyinde çatışmalar ve derin bir kriz yaşayan kendi ülkemizi de, yani Türkiye’yi de ilgilendirmektedir. Türkiye de savaşın içindedir.

Yine bu savaşın, tam olarak, ne zaman, nasıl durdurulabileceğini bilemeyeceğimiz gibi, hangi boyutlara uzanacağını da bilemiyoruz. Ama bu savaşın beklenen ve olası büyük Üçüncü Dünya Savaşı’na sıçraması da ihtimal dahilindedir. Bu boyutlarıyla savaş, tekrardan söylemek gerekirse bölgeden öteye tüm dünyanın geleceğini ilgilendiriyor. Bu önemine binaen, bu savaşa dair çok daha geniş tartışmalar, değerlendirmeler yapmalı; yerel, bölgesel ve enternasyonal dayanışma temelinde devrimci görevlerimize hazırlanmalıyız.

Ancak şimdi savaşın, daha derinlemesine politik değerlendirmesini sonraya bırakarak, burada daraltılmış olarak savaşlar ve komünistlerin tavrından hareketle, Türkiye solunun bu savaşa dair tavrı üzerinde duracağız.

İranlı komünistlere “devrim yasağı” getiren Türkiyeli solcular

Bugünden baktığımızda, dünyanın bir dönemine özgü sınıfsal yapıdan hareketle kurulan program ve stratejilerin, halen geçerli olduğunu düşünen teorilerin çöktüğünü görüyoruz. Bu, savaşlar meselesine bakışta da yaşanıyor. Bilinen tüm savaş biçimleri, savaşlarda kullanılan silahlar, takınılan ilkeler, savaş karşısındaki politik duruşlar değişti. Savaşlar artık tek boyutlu değil. Sınırların dışında olduğu kadar, içinde ve her alanda sürüyor. Toplumlar taze güçlerini devreye sokuyor; yeni direniş dinamikleri, yeni sınıfsal biçimlerde boy veriyor. Bundan kaynaklı da 1900’lerin ilk çeyreğinde yaşananların deneyleri sonucu yerleşen zihin kalıpları, bizi hem ülke hem dünya gerçeklerini kavramaktan uzaklaştırıyor. Dünyada yükselen direniş dinamikleri, bu yüzden gerektiği gibi okunamıyor.

20. yüzyılda dünya siyaseti ve güçler dengesi çok daha somut ve gözler önündeydi. Emperyalistlerin birbirlerine karşı giriştikleri savaşlarda olduğu gibi, sömürgeciliğe karşı gelişen ulusal kurtuluş savaşlarında da saflar belirgin, haklı ve haksız taraflar göz önündeydi. Bu açıklığa rağmen savaş ve devrim diyalektiği üzerine en çok ve en ilerden politik ve pratik görüşler geliştiren Lenin, savaşlar üzerine kendisi; kendi daha önce yazdıklarının yeterli olmadığını ve her gelişmeye şablon olarak uygulanamayacağını açık belirtir ve ekler: Emperyalizmin ekonomik ve politik görüşlerinin doğasını tam anlamıyla anlamadan ve bu bilgileri dayanak yapmadan, günümüzdeki savaşın somut tarihi analizini yapmanın mümkün olmadığını söylemeye gerek yok. Bundan başka, son 10 yılların ekonomik ve politik durumunu anlamak mümkün olmaz ve bunu anlamadan savaş hakkında doğru bir görüş belirtmek komik olur.” Devamında bu tür yaklaşımların: “bilimsel değerine ancak gülünüp geçilir.” der

Lenin’den hareketle diyebiliriz ki, bugün egemenler için savaş, günümüzde aldığı spesifik biçimin ötesinde farklı aktörleri karşılıklı ve yoğun bir ilişkiye sokan, aktörlerin niteliğini belirleyen, dönüştürücü ve yeniden kurucu bir pratik ve siyasi birimin (ulus-devletin) doğasını da dönüştüren bir yaptırım düzeyine sıçramıştır. Savaş artık bir sonuç olduğu kadar, bir neden haline de gelmiştir. Bugün bu niteliğe gelen savaşların hiçbir kuralı kalmadı. Savaşla suç arasındaki fark ortadan kalktı. Kurumsal düzeyde ordu ve polisin fonksiyonları iç içe geçti. İçerisi ile dışarısı arasındaki ayrımı muğlaklaştıran istihbarat birimleri, devletlerin güvenlik aygıtlarında kurucu unsur haline geldi.

Bugünün savaş gerçeği budur. Ancak bugüne ait olmayan değişmez gerçekler de vardır. Şöyle ki; kaos dönemlerinde, savaşlar ve sınıf hareketi arasında doğrusal bir ilişki kurulamaz. “Krizlerden devrim çıkar” mantığı her ne kadar bir kendiliğindencilik olsa da derinleşen kriz koşulları, devrimci yükselişler ve sıçrayışlar için ortam yaratır. Devrimler, emperyalist savaşlar, sömürgeci işgaller, hep bu derin krizler ortamında gerçekleşmiştir. Sistemler zayıflayınca tüm iç sorunlar çatışma olmadan çözülemez hale gelir. İç düşmanlıklar büyür, sınıfsal çelişkiler uzlaştırılamaz, diğer tüm çelişkiler azmanlaşır ve adım adım çözülme süreci derinleşir. Devletler, iç savaş aygıtlarına dönüşür; toplumsal mutabakatlar ve ortak değerler erir; toplumları bir arada tutan bağlar çözülür.

Bugünden baktığımızda, Türkiye ve İran’da tüm bu çelişkiler en uç düzeydedir ve tüm devrim tarihinin gösterdiği gibi bizim yolumuz da her koşulda savaşlardan devrim çıkarmaktır. Krizsiz doğmuş bir toplumsal ilerleme bilinmiyor. Zor zamanlar, aynı biçimde kafaların çokça karıştığı ve tartışmaların hızlandığı zamanlardır. Bu zorluk, ulusal sorunlarla sınıfsal sorunların ayrılamaz birleşikliği ile ilgilidir. Ancak bu birleşiklik kavranmaz ve meseleye tek boyutlu yaklaşılırsa kafa karışıklığı giderilemez.

Böylesi dönemlerde devrim güçleri zayıf olabilir. Ancak bundan dolayı, devlete ve burjuvaziye yaslanmak bir seçenek olamaz. Çünkü savaş, sıçrayışları mümkün kılan bir kriz ortamı yaratır. Devrimcilik sıçramaya cüret etmektir! Bundan kaynaklı, hangi koşul altında olursa olsun, kimse komünist ve devrimci güçlere savaşlarda tavırsızlığı veya kendi sınıf düşmanı burjuva devletlerin arkasında saflaşmayı tek yol olarak öneremez. Bunu savunanlar, basbayağı İkinci Enternasyonal’in anavatan savunucularının güncel karşılığına denk düşerler. Bugün bunlar, demogojik “anti-emperyalistlik” palavralarıyla şovenliklerini gizleyen bilinçli “vatan savunucularıdır”.

Şimdi tüm bu söylediklerimizden hareketle İran’daki savaşa bakabiliriz.

Yapılan tartışmalara baktığımızda, on yıl önce Suriye üzerine süren tartışmaların benzerinin, bugün İran üzerinden de sürdürüldüğünü görüyoruz. Karşılıklı ağır suçlamalar havalarda uçuşuyor. Bilindiği üzere, Suriye’de BAAS iktidarı, hegemon Batı emperyalizmi tarafından hedefe kondu ve başta TC olmak üzere Suudiler, Ürdün ve Körfez gericiliği desteğiyle, tarihe geçen ağır savaş suçları işleyerek rejimi yıktılar. Yıkmakla kalmadılar; ülke nüfusunun yarıya yakınını yerinden ettiler; ülkenin tüm şehirlerini ve sanayi tesislerini yerle bir ettiler. Emperyalizmin desteğinde başlayan bu saldırıda en yıkıcı rolü ise TC devleti oynadı. Bu savaş, görünüşte içte bir başkaldırı olarak başladığı için, ülkemizde geniş bir liberal sol çevre, bu emperyalist komployu “diktatörlüğe karşı direniş” olarak desteklediler. Kimileri ise bu ortamda, “anti-emperyalizm” gerekçesiyle, yerel diktatörlükleri destekliyordu ve her türlü halkçı-devrimci oluşumu “emperyalizmin oyunu veya işbirlikçisi” olarak kolayca suçluyordu.

Bu eğilimlerden ilkinin, yani liberal safsatanın siyaseten bir önemi ve hükmü yok! O yüzden biz burada bu eğilimlerden ikincisini tartışacağız. Bu ikinci kesim, o günlerde, BAAS’ın çekilmesi sonrası doğan boşluğu devrimci bir şekilde ve halk insiyatifi temelinde örgütlemeyi, “fırsatçılık” ve “emperyalistlerle işbirliği” olarak suçlamışlardı. Şimdi bunlara yeni çevreler de katılmış olarak, bu tavırlarını daha yüksek sesle devam ettiriyorlar ve İran konusunda da halen aynı tavırlarını sürdürüyorlar.

İran’ın ABD ve Batı emperyalistleriyle kavgalı olduğu açıktır ama İran bölgede “Direniş Ekseni” temelinde oynadığı tarihsel role rağmen hiçbir şekilde “anti-emperyalist” bir iktidar değildir. İran’da dinci-mezhepçi bir burjuva iktidarı, kapitalist bir sömürü düzeni hüküm sürmektedir. Niteliği bu olan gerici-faşist molla rejimi, özellikle son 10 yıldır bölgede, askeri-siyasal bir yayılmacılık siyaseti yürütmektedir. Zaten hiçbir kapitalist burjuva iktidarı, anti-emperyalist olamaz. Tersine, mümkün olsun ya da olmasın, emperyal hayaller doğrultusunda, kendi egemenliğini sürdürüp güçlendirmek için fırsatı bulduğunda savaşır. Çünkü bu burjuva devletin ve sermayenin yapısına içkin bir niteliktir. Bu kapitalist rekabette, iyi kapitalist-kötü kapitalist ayrımı veya kapitalistler arasında tercih olmaz. Böylesi durumlarda komünistlerin tavrını belirleyen, somut şartların tahlili temelinde sınıf mücadelesinin çıkarlarıdır.

Molla rejiminin bölgesel hegemonya çabalarına yüksek “anti-emperyalist” değer biçenler, farkında veya değiller, bölgedeki tüm ezilen halklara ve bölgenin tüm devrimci komünist güçlerine, molla rejimine asker olmak dışında, hiçbir hak tanımıyorlar. Üstelik her türlü bağımsız sınıf tavrını “emperyalizm işbirlikçiliği” ile yaftalıyorlar. Bu, bir zihin körleşmesidir. Kitlelere güvenin ve bağımsız devrimci cüretin yok olmasıdır. Bu irade kırılmasının sonucu, dolaylı-dolaysız, kendi egemenlerine yaslanma, kendi devlet insiyatifine teslim olmadır. İran için bu gürültüleri yayanlar, en başta Kürt mücadelesine karşı Türkiye devletinin ve burjuvazisinin arkasında saf tutanlardır. Biz bunlara şaşırmıyoruz ama kafalar öylesine karışmış ki Türkiye’deki Kürt mücadelesini destekleyen bazı eğilimler de İran ezilenlerine ve devrimcilerine mollaların arkasında sıralanma dışında zinhar hak tanımıyor.

Başka halkların felaketinden hayır çıkmaz” veya “Zulme uğramış olmak, başka bir zalimin değirmenine su taşımayı gerektirmez” benzeri yürek parçalayan duygusal yaveleri geveleyenler, ne dediğinin farkında değil. Sanki İran toplumu mollalar cennetinde mutlu mesut yaşayıp giderken, içeriden birileri emperyalistlerle birlikte halkların refahına saldırıyor. Bu arkadaşlarımız gerçekten ne dediklerinin farkında değiller; aynı mantığı Türkiye üzerinden kurarsak daha iyi anlaşılır: Varsayalım ki Türkiye halkları azgın bir dinci faşist iktidar altında inim inim inlemiyor da mutlu, refah ve özgürlük içinde yaşıyor! Aynı yaveler Saddam rejimi için de söylendi. Ancak Saddam rejimi, Irak halklarının değil, azgın bir sermaye diktatörlüğünün temsilcisiydi. Halkların çoğunluğuna, Şii Araplara, Kürtlere ve Türkmenlere düşmandı. Molla rejimi de İran toplumunun çoğunluğuna karşı düşman ve azgın bir burjuva diktatörlüğüdür.

İran ezilenlerine ve devrimci komünistlerine kanlı molla diktatörlüğünün arkasında saflaşmayı önerenler kim ve ne adına konuşuyorlar? Savaş durumunda vatan savunması kimlerin ilkesidir? Kimse hiçbir gerekçeyi öne sürerek, herhangi bir savaşta, Türk ve Kürt devrim güçlerine, faşist saray diktatörlüğüne yaslanmayı ve TSK’ya asker yazılmayı önerme cüretinde bulunamaz! Yakın tarihte Türk burjuva devleti önünde “diz çökenler”, TSK’ya asker yazılabilir ama kimse aynı ihaneti komünistlere öneremez. Ama birçokları yüksek perdeden, zayıflığı bahane ederek, İran komünistlerinin Pastarlara asker yazılmasını öneriyor. Birinci Dünya Savaşı döneminde Lenin, “savaşa karşı iç savaş ve devrim” sloganını attığında, ne ortada devrim yapacak güçler ne de hazırlıklar vardı ve bu hiç de gerçekçi değildi ama gerçek oldu!

İran’da gelişen karmaşada, gerici-faşist molla rejimine asker olmak dışında geliştirilen her tavrı “İsrailcilik ve vatana ihanet” olarak kodlayanlar çoğunlukta. Böyle diyenler “Lenin vatan hainliği yapmıştır” dediklerinin farkında veya değiller ama dil bile burada söyleyene göre değişiyor. Lenin savaştaki Rusya’da, Rusya’nın yenilmesini savunarak bu taifeye göre tam “vatan hainliği” yapmıştır. Bununla yetinmemiş; anavatan savunucularına karşı dünya komünistlerini (Sosyal Demokrat) uluslararası savaşta kendi devletlerinin yenilmesi için “vatan hainliğine” çağırmıştır.

İran’da molla rejimini savunmayı esas alanların bir kısmı devletleri gibi Kürt dirilişinden korkan sosyal şovenlerdir. Bunların başını ise Kemal Okuyan denen Atatürkçü çekiyor. Okuyan, Kürtleri hedefe koyarak, molla rejimine karşı çıkmayı “hainlik” olarak ilan ediyor. Bu çevrenin bu tavrı anlaşılır ama sureti haktan Marksist geçinenler de daha usturuplu bir dille aynı koroya katılıyor.

İran halklarına ve komünist devrimci güçlerine akıl satmak, strateji çizmek, daha ileri gidip “mollalaraın arkasında saflaşmazsanız İsrailci-Amerikancı olur, vatana ihanet edersiniz” demek hadsizliktir. İran’da molla rejimine asker yazılmak dışında bağımsız her türlü tavrı mahkum edenler, İran’da yıllardır ayakta olan ve bugün hem ABD-İsrail işgaline, hem de molla rejimine karşı devrimci iç savaşı öneren güçlere saldırma hadsizliğini gösteriyorlar. Biz, İran halkları ve komünistlerinin bu zor dönemde alacakları tavrın yanındayız ve tüm gücümüzle arkasındayız.

Dergi bürolarından veryansın eden ucuz suçlamalara daha fazla cevap vermek derdinde değiliz. Çünkü bunların kısa zamanda söylediklerini unutup, rutin konforlarına döneceğinden eminiz. Biz bu zor zamanda İran’daki komünist yoldaşlarımızla birlikte savaş içinde olduğumuzu bilerek; savaş ve devrim konularında güncel devrimci bilincimizi geliştirmek için konuya ilişkin görüşlerimizi özet başlıklar olarak aktarmış olduk.

Şimdi Türkiye solunun acziyetini daha net görebilmek için İran’da sol ve rejim muhalifleri içerisindeki saflaşmaya bakalım. İran’ın bildiğimiz tüm devrimci ve komünist güçleri açık çağrı ve bildirilerle, ABD-İsrail saldırganlığını lanetleyerek halk kitlelerini emperyalist saldırıyla birlikte molla diktatörlüğüne karşı direniş ve devrim için mücadeleye çağırdılar. Geçmişte sol islamcı güçlü muhalif bir örgüt olan Halkın Mücahitleri ve iki Kürt burjuva partisi (PAK ve KDP-İ) ise ABD ve İsrail’le birlikte olduklarını ilan ettiler. TUDEH ise molla rejiminin yanında hizalandı. Devrimci ve komünist örgütler ise tüm bu çağrılara şiddetle karşı çıkarak savaşan iki güce de savaş ilan ettiler.

İran komünistleri bu iradeyi gösterirken, Türkiye solcuları onlara “devrim yasağı” koyma gafletinde bulunuyor!

Bu “devrim yasağı” koyan kimselere dair verilecek ilk cevap için sözü, İran’da “Sol ve Komünist Güçler İşbirliği Konseyi” adı altında toplanan altı devrimci örgüte (Sosyalist İşçi Sendikası, İran Komünist Partisi, Komünist İşçi Partisi-Hekmatist, İşçi Yolu Örgütü, Fedayan Örgütü (Azınlık) ve Azınlık Çekirdeği) bırakalım: “İsrail saldırısı başladığından beri, İran halkının çoğunluğunun hiçbir savaşta İslam rejiminin yanında olmayacağı bir kez daha kanıtlandı. İran halkının gerçek savaşı, tüm İslam rejimine karşı devrimci bir şekilde devrilmek için verilen savaştır.”

Bildiri şu değerlendirme ve çağrıyla son buluyor: “Şüphesiz ki bu savaş, tamamen yozlaşmış ve suçlu İslam rejiminden kurtulmaya kararlı olan İran halkının kitlelerini caydırmayacaktır. İran’daki sosyal ve sınıf hareketleri, solcu ve komünist güçler ve ilerici kurumlarla birlikte, karşılıklı yardımla, İslam rejimine karşı, İsrail’e ve monarşist müttefiklerine karşı mücadelelerini sürdürmenin yolunu bulacaktır. Kahrolsun İslam Cumhuriyeti’nin kapitalist rejimi! Yaşasın özgürlük – yaşasın sosyalizm!”

İran devrimini ateşleyen “Halkın Fedaileri” örgütünün devamcısı olan Komünist Fedaîler Birliği de bu kimselere ikinci bir cevap olarak göstereceğimiz açıklamada şunları söylüyor: “Bu koşullar altında, açıkça ve koşulsuz olarak karşı durulması gereken faşist İsrail yapısının askeri saldırısına karşı herhangi bir duruş, İslam Cumhuriyeti, monarşistler, Halkın Mücahitleri ve savaş yanlısı milliyetçilerle net bir ayrım yapılmadığı sürece anlam ve gerçeklik kazanmaz. Tel Aviv ve Washington’dan Farsça yayın yapan uydu kanallarına kadar İran’ı bombalamak için çığlık atanlar, baskıcı rejim kadar halkın düşmanıdır. Bugün, bu mücadele İran’da, Gazze’de ve dünya genelinde birbirine bağlıdır. Bu nedenle, İran’daki özgürlük ve sosyal adalet mücadelesinin, emperyalizme ve siyonizme karşı küresel dayanışma ile bağlantısı, sosyalist umutların ve devrimci alternatiflerin yeniden inşası sürecinin bölgesel bir boyutudur. Savaşın, öldürmenin, zulmün ve baskının sona ermesi, yalnızca kitlelerin örgütlenmesiyle mümkündür. Artık açıkça söyleme zamanı: Savaşa hayır, rejime hayır; Yaptırımlara hayır, dış müdahaleye hayır; Baskıya hayır, susmaya hayır; Sınıf mücadelesine ve sosyal devrime evet!

PJAK ise yaptığı açıklama ile savaşı değerlendirerek rejime baskı ve idamları durdurması çağrısını da içeren tutumunu şu şekilde deklare ediyor: “Rejim, Kürtlerin temel haklarını istediğini iyi bilmeli. Kürtler, özgürlükçü paradigmasıyla daha geniş düşünüyor ve temel haklarını talep ediyor. Şartlar ne olursa olsun haklarımız için mücadele edeceğiz. Kürtler formülasyonu tartışılabilecek ortak bir yönetim taraftarıdır, çatışmanın değil. Aynı zamanda Kürtler özsavunmasını yapıyor, siyasi ve örgütlü güce sahipler. Kürtlüğümüzden ve haklarımızdan da vazgeçmeyeceğiz.”

Bizim her taraftan boy veren vatan millet palavralarına karnımız tok. Komünistler mücadeleye başladığı günden bu yana bu saldırıların hedefi olmuştur. Şimdi devrimci ve Marksist geçinenler arasında da vatan savunucuları çoğalıyor. Onlara cevabı, Bayar-Menderes diktatörlüğü tarafından “vatan haini” ilan edilen büyük şairimiz Nazım Hikmet’in dizelerinden ilhamla verelim: Varsın burjuva ve faşist güçler boğazlarını yırtarak bağırsın. Ülkemizde sermaye diktatörlüğü devam ettikçe komünistler “vatan hainliğine” devam edecekler! İran’da devrimci ve komünist güçlerin de yaptığı/yapmaya çalıştığı budur!

0 Paylaşımlar