PKK 5-7 Mayıs tarihinde yaptığı kongresinin sonuç bildirgesini 12 Mayıs’ta yayınladı ve kendisini feshettiğini, silahlı mücadeleyi sonlandırdığını ilan etti. 40 yılı aşkın bir süredir gerilla mücadelesi yürüten, TC devleti ile amansız bir savaşın içerisinde yer alan, son 10 yıldır da kesintisiz sürdürülen çöktürme planına rağmen TC tarafından bitirilemeyen PKK’yi, bu adımı atmaya ne itti? Herkes bu konu üzerine kafa yoruyor ve birçok tespit yapıyor. Kimi sığ tespitleri; yenilgi, teslimiyet, tasfiyecilik biçimindeki süreç okumalarını dışında bırakırsak, yapılan analizlerin birçoğunun meselenin bir boyutunu sivrilten ama bütünlüğü tam ifade etmeyen içerikte olduğunu, PKK’yi ideolojik-siyasal çizgisi, programatik görüşleri zemininde ele almadığını söyleyebiliriz.
Sömürgeci faşist TC ile PKK arasında yürüyen savaşta, 93’ten beri bir pat durumu yaşanıyor; iki taraf da bugüne kadar, bu pat durumunu kendi lehlerine bozmak için çaba harcadı, ancak dönem dönem tarafların ileri çıkışları, hamleleri olsa da bu bozulamadı. O günden bugüne PKK, “Kürt sorununun demokratik ulus çözümünün, demokratik siyaset ve barış yoluyla sağlanması”1 yönünde bir çaba içinde oldu, birkaç kez somut adımlarla da bu niyet beyanını ortaya koydu. Ancak bu çabası, karşılıksız kaldı. PKK cephesinden 93 sonrası TC sömürgeciliğine karşı silahlı mücadeledeki ısrarın oturduğu zemin, tam da budur. Faşist devlet, artık adını takip edemediğimiz operasyonları, harekatları, pat durumunu bozma ve PKK şahsında Kürt dirilişini sonlandırma, sömürgeci siyasetini derinleştirme hedefiyle yaptı. Nitekim PKK de bu harekatları boşa çıkarmanın yanı sıra zaman zaman devrimci halk savaşını boyutlandırarak, TC’yi masaya oturmaya zorlayacak ataklar gerçekleştirdi. Kimi zaman da savaşı belli bir düzeyde tutup konjonktürel-bölgesel durumları göz önünde bulundurarak, bir parçada -örneğin Rojava’da- kazanım elde etme noktasına geldi.
Bu genel koyuştan sonra, PKK’yi masaya oturmaya götüren etmenleri irdelemeden önce, TC devletini buna zorlayan koşullara kısaca değinelim.
Bölge denkleminde TC için en rasyonal yol, İmralı’dan geçiyor
TC devletinin, 1 Ekim’de Bahçeli’nin uzattığı elle startını verdiği sürece niye ihtiyaç duyduğu sorusuna, daha önce, yazınımızda birçok kez değindik; burada kimi sivriltmeler ve alt çizmeler dışında değinmeyeceğiz. Dünya ve bölgede yaşanan büyük altüst oluş, Trump ile birlikte çok daha keskinleşmiş durumda. Trump, ABD’nin hegemonyasını koruyacağı bir dünya düzenini kurabilmek için oldukça agresif hamlelerle ilerlemeye çalışıyor. Ve İsrail’in güvenliğini de güvence altına alacak şekilde, ama sadece bununla sınırlı olmayan, yeni dünya düzeninin ön fragmanını oluşturmayı da hedefleyen bir strateji ile Ortadoğu’ya odaklanmış durumda. Bölgenin yeniden yapılandırılması süreci, tam gaz ilerliyor. İsrail’in, Suudilerin ve geldiğimiz aşamada Türkiye’nin (oyunbozanlık yapmayacak şekilde oyunda tutarken tam önünü de açmadan) bölgesel güç olarak konum alacağı bir dizayndan bahsediyoruz. Elbette bu düzenin kurulması, İran’ın ya askeri seçenek başa alınarak bölge denkleminden -tıpkı Suriye gibi- bir bütün olarak düşürülmesini ya da kendi sınırlarına hapsolmuş vaziyette, dişleri ve tırnakları sökülmüş olarak tutulmasını gerektirecektir. Türkiye’nin konum kaybı yaşamadan, alanı daraltılmış -Suriye’de umduğunu tam bulamamış- olsa da bölgesel güç olarak kalabilmesi ise Kürtlerle çözüm sürecini geliştirmesine bağlıdır. Zira bölgede emperyalist yeniden yapılandırmanın -tıpkı İran gibi- bir konusu değil, nüfuz alanlarının yeniden belirleneceği masanın bir parçası olarak oturabilmesi, Kürtlerle ittifak ilişkisini geliştirip geliştirmemesine dayanıyor.
Bir parantez açarak ilerleyelim, küçük ya da büyük siyasal bir güç haline gelmiş bölgedeki her özne; sınırların yeniden çizildiği, bölgenin yeniden dizayn edildiği şu sürece, ya kendi pozisyonunu koruyarak ya da daha ileriden konum kazanabileceği bir pozisyonda dahil olmanın derdinde. Böylesi yeniden yapılandırma ve haritaların yeniden çizildiği süreçlerde, salt askeri güçle değil aynı zamanda askeri güçle kazanılanı, siyaset cephesinde bir kazanıma dönüştürebilecek diplomatik hamlelerle de konum alınıyor. Bu bağlamda, PKK’nin bugün, bölgede yeni bir denge ve statükonun oluşturulmaya çalışıldığı bu süreçte, tüm taraflarla bir biçimde diyalog halinde kalarak, öz gücü ile elde ettiği pozisyonun siyasi bir karşılığını oluşturmak için yapmaya çalıştığı da budur. Türkiye ile İmralı’da kurulan masaya bir de buradan bakmalı, tarihsel deneyimlerle karşılaştırmalı olarak -teslimiyet, tasfiyecilik vb gibi yaftalamaların ötesinde- bunu bir yere oturtmalıyız. Ancak o zaman, bu sürecin eleştirel değerlendirmesini hakkaniyetli bir şekilde yapabilir, yine tehlike ve risklere karşı KÖH’ü uyarabilir; uyarmakla da kalmaz bu risk ve tehlikeleri bertaraf edebilmenin mücadelesini KÖH’le birlikte verebiliriz.
Şu açık olmalıdır; TC devleti İmralı’da kurulan müzakere masasına, salt yapısal-tarihsel kriz dinamiklerinden veya bu fay hattını hareketlendirebilecek olan küresel ve bölgesel gelişmelerin oluşturduğu konjonktürel basınçtan doğru değil, bir de konum ve güç yükseltimi hedefiyle yaklaşmaktadır. Bu bahiste, İmralı ile bir süreç başlatma hazırlığı istim almışken Suriye’de Esad rejiminin yıkılışı ile birlikte Erdoğan’da ifade bulan devlet kliğinin başka arayışlara yönelmesine karşı, Bahçeli’nin “kumar oynanmamalıdır” biçiminde yaptığı çıkış da tek boyutlu değerlendirilmemelidir. Evet, bölgesel bir güç konumundayken kendini ameliyat masasında bulma riskinin de oluştuğu bir süreçte, Bahçeli’nin temsil ettiği kliğin devlet aklı, sağlamcılığı esas alıyor diyebiliriz. Öte yandan bu klik de meseleyi, Türkiye sınırları içinde bir ameliyat olarak okumamaktadır; Bahçeli için de Türkiye, bugüne kadar geliştirilen nüfuz alanlarıyla birlikte Türkiye’dir. Bırakalım bugün aktüel olan devlet kliklerini, bu sürece oldukça geç intibak eden TC’nin kurucu partisi CHP bile ‘Türkiye sınırları içerisinde kendimizi koruyacak şekilde pozisyon alalım, iç cepheyi buradan doğru tahkim edelim’ biçiminde bir yaklaşım içerisinde değil. Yine Bahçeli, TC sınırları çerçevesinde bir sağlamcılık yapmış olsaydı bile bugün, hala Suriye pilavının kaldırdığı su, bölgesel türbülans içerisinde TC’ye (ve ayrıca KÖH’e) açılan ve kapanan kapılarla birlikte, artık sadece korumacı bir yerden yaklaşmazdı. Türkiye gibi bir gücün, bölgesinde kendi sınırlarına doğru çekilmesi; tüm iddia ve hedeflerinde kırılma yaşaması demektir. Aksine TC devleti, bölgesel/alt emperyalist bir güç olarak konumlanırken, önündeki risk haritasına bakıyor ve büyük kazanma heves ve planı doğrultusunda bir rota çizmeye çalışıyor. Bahçeli’nin süreçteki ön açıcılığı da bu saiklere dayanmaktadır. ‘Türkler Kürtsüz kazanamaz, Kürtler de Türksüz ayakta kalamaz’ -çünkü Türkiye zaten tepesine çökecektir!- anlamına gelecek söylemlerle birlikte rota, bölgesel emperyalist konumunu güçlendirme arayışında olan bir Türkiye’dir.
İlk başta 3. Dünya Savaşı’nın fragmanı olarak gelişen bölgedeki çatışma ve savaş gerçekliğinin yarattığı tehditler üzerinden İmralı ile masaya oturan TC, daha sonra bu hamlesini sadece tehditleri, tehlikeleri bertaraf etmek için değil, Kürt sorununu çözerek bölgede yeni bir pozisyon almak ve bölgesel güç olarak konumunu tahkim etme yönünde revize etmiştir. Yine TC’nin, süreci KÖH’ün devrimci dinamiklerini alabildiğine törpüleyecek, Kürt halkında yenilgi psikolojisini geliştirerek irade kırımını sağlayacak şekilde ilerletme yaklaşımı da şu an kendisine dönük tehlikenin hafiflemesinin yarattığı rahatlıkla daha da öne çıkmış durumda. Erdoğan iktidarının, PKK’nin attığı adımlara rağmen ipe un serme yönündeki tutumlarının kaynağı bu. Ancak Kürt sorununun çözümü, bölgenin yeniden yapılandırılması sürecinin temel ayaklarından biri olarak -Suriye, Irak ve İran’ın durumuna doğrudan etkide bulunuyor- bölgeyi dizayn eden emperyalistler ve bağlaşığı güçler tarafından satın alınmış durumda. Ayrıca Türkiye’de büyük sermayenin ağırlıklı bir bölümü de artık Kürt sorununun açmazlarından kurtulmak, Misak-ı Milli sınırlarına doğru bir genişlemenin nimetlerinden yararlanmak, en önemlisi de önünü görmek, ayağını sağlam basarak bölgeye/dünyaya açılmak istiyor.
Neden bugün, neden böyle?
PKK’nin 12. Kongre kararları, artık yeni bir dünya, bölge ve Türkiye durumunu teyit eder niteliktedir. Küresel hegemonya krizinin geldiği evrede, ABD’de temsil olan emperyalist blok ön almış gibi görünmektedir. En azından içinde bulunduğumuz bölge özelinde yaşanmakta olan budur. “Kürtlerin zamanı”, emperyalist ve bölgesel gerici güçler arasındaki çelişki ve çatışmaların bölge somutunda yarattığı boşlukların KÖH tarafından kullanılmış olmasının sonucudur. Öte yandan bir yerden sonra Türkiye de sahada bölgesel konum ve gücünü de kullanarak denge siyasetine oynamaya başladığında, “Kürtlerin zamanı”nın açtığı alan daralmış, ancak yine de kapanmamıştı.
Bölgesel durumu trajik bir dönüşüme uğratan ise asıl olarak Aksa Tufanı sonrası, Batı emperyalizminin, adeta İsrail’i bir koçbaşı gibi konumlandırarak yeniden yapılandırma için tüm coğrafyayı bir yıkıma uğratması oldu. Gazze’de büyük bir soykırım yaşandı, yaşanıyor. Lübnan’da Hizbullah etkisiz hale getirildi ve Güney Lübnan büyük bir yıkımla karşılaştı. Suriye diye bir devlet kalmadı. Şu an selefi çetelerin merkeze oturtulduğu bir yeni Suriye var. O da var sayılabilirse… Sırada Yemen’in etkisiz hale getirilmesi, Irak’da kontrolün tekrardan ele geçirilmesi ve tüm bölgesel nüfuz alanlarını adım adım kaybetmiş olan İran’ın dize getirilmesi hedefi var. Salt görüngüye bakarak analiz yapan bir akıl; bölgede yaşanan bu alt üst oluş sürecinde, İsrail-Türkiye arasındaki çelişki ve nüfuz mücadelesini tek boyutlu ele alabilir ve burada Kürtlerin alanının açıldığını düşünebilir. Ki bu belli boyutlarıyla bir realitedir de. Ancak bu realite, sabitlenmiş bir durum değil; bölgenin türbülans halinde olması, her şeyin tehlike ve fırsat diyalektiği ile belirlendiği anlamına geliyor.
Kürtler için durum, başlangıç koşullarına hassas bağlılık gerektiren sistemler gibi, her gün, her saat ciddi riskleri, büyük kaybetmeyi de içeren bir kararsızlık özelliği taşıyor. Hiç uzağa gitmeye gerek yok; Suriye’de rejim düştüğünde KÖH için birçok riskin de olduğu bir süreç yaşandı. Savaşlarda ilk hamleler, belli bir yerden sonra savaşın kaderini tayin eder, bu bilinen bir gerçektir. TC Minbiç’i aldığında birkaç gün içerisinde Haseke’ye dayanabileceği bir savaşı yürütmeyi planladı. Ki Tişrin ve Karakozak’ta büyük bedeller pahasına TC durdurulamasaydı, bu plan hiç de ayakları havada olan bir plan olmazdı. İçte ve dışta yürütülecek savaş ve kalkışmalarla pekala devrim tehlikeye girebilirdi. Diyebiliriz ki Tişrin’deki direniş, Rojava devrimi için Kobane direnişi kadar kader tayin edici bir rol oynadı.
Bugün de Rojava için bölgesel çapta türbülans, hala devam ettiği için hiçbir şey sabitlenmiş durumda değil. Burası Ortadoğu; haritalar değişir, dengeler sarsılır, yeni dengeler oluşur. Öcalan’ın son adımını Rojava’dan, Rojava’daki de facto durumu de jure hale getirme, siyasi statüyü sabitleme arayışından bağımsız ele almak oldukça yüzeysel bir yaklaşım olur. TC, bölgedeki türbülans halinden, Kürtlerin nefesini kesmek için sonuna kadar yararlanmayı hedefledi, hedefliyor. Kuzey-Doğu Suriye’de Fırat’ın doğusuna geçmemesi için ABD ve bağlaşıkları tarafından bir sınır çekilmişti. O da buna, Minbiç sonrası henüz Suriye’deki büyük kaos durumunu da kullanarak zorlasa da, riayet etmek zorunda kaldı. Ancak SİHA’larla Rojava’nın her bir noktasında suikast yapması ve bunu giderek bir rutine bindirmesi -eskiden bu saldırıları sınıra yakın kentlerde yoğunlaştırırken 27 Kasım sonrası tüm Kuzey-Doğu Suriye coğrafyasında adeta sürek avına çıkması-, ciddi bir tehdit oluşturuyordu. Devrimin sürdürülmesi kadro işidir ve bu tablo, doğrudan devrimin kendisine kasteder duruma gelmişti.
PKK, askeri kapasite ve silah teknolojisi olarak dünyada sayılı devletler arasında olan TC’ye karşı savaştı ve yenilmedi; bu net! Onca çöktürme planlarına, işgal harekatlarına, pençe-kilit operasyonlarına rağmen savaşma kapasitesini korudu. Türkiye’nin gelişkin silah teknolojisine karşı koyabilecek kimi atılımlar yaptı. (SİHA’ları düşürecek askeri teknolojiyi geliştirdi, işgalcilere karşı drone teknolojisini etkin kullandı ve TC’nin hava üstünlüğünü sınırlayan hamlelerle işgalci ordunun ilerleyişini engelledi. Buna bir de müzakere masası henüz kurulmadan hemen önce, Murat Karayılan’ın verdiği Türkiye’nin 600 km içini vurabilecek bir silah geliştirdikleri müjdesini ekleyelim.) Öte yandan Türkiye’nin bölgede oynadığı rol nedeniyle, onunla savaş pozisyonundayken, Kürtlerin diğer parçalardaki kazanımlarını sabitlemesi ve siyasi bir forma kavuşturmasının zorluğu da PKK’nin önündeydi. Duran Kalkan, hemen kongre sonrası yaptığı değerlendirmede bunu şöyle ifade ediyor: “… şunu anladık biz aslında: Türkiye’de çözüm olmazsa başka yerde çözüm bulmak mümkün değil. Dünyanın şu veya bu devleti tümden paradigma değiştirse, politikalarını değiştirse de; Ortadoğu’daki diğer herhangi bir devlet, Kürdistan’ın başka bir parçasında egemen olan bir devlet farklı kararlar almaya yönelse de, kalıcı çözüm çıkmayacak orada. Çünkü sistem Türkiye Cumhuriyeti Devleti üzerinden bunu yürütüyor.”2
TC devleti ile KÖH arasında yıllar yılı bozulamayan pat -yani yenişememe- durumu, bir gerilla hareketi olarak PKK için büyük bir başarıdır. Ancak savaşta pat durumu, uzun vadede sürdürebilir değildir. Savaşan güçler ya geri adım atmak zorundadır ya da ileri adım atarak rakibini geri itebilmelidir. Taraflar, uzunca bir süredir, son on yıl hiç aralıksız süren savaşa rağmen bu durumu bozamadı. Ancak bu, eşitsiz güç ilişkisinin devasa boyutlarda olduğu bir durumda gerilla hareketi için oldukça zorlayıcı bir noktaya evrildi. Kuzey Kürdistan özelinde savaşın yükünün sadece gerillaya doğru daraldığı, geniş Kürt kitlelerinin pasif destek pozisyonunda olduğu bu durumu sürdürmek, KÖH için her geçen gün zorlaştı. Dünya ve bölgede yaşanan gelişmelerin de bir parçası olarak tablo, artık KÖH için bir çatallanma anına gelip dayanmıştı: Ya farklı ittifak ilişkileri de -İsrail burada ilk akla gelen olacaktır- geliştirip bölge denklemine buradan doğru bir giriş yaparak kendi pozisyonuna göre TC’ye karşı ileri bir çıkışın dinamiklerini zorlayacaktı ya da bir adım geriye geçilerek soluklanıp, oluşan yeni realitenin içinde konum alacaktı.
KÖH, bölgede türbülans halinin devam ettiği koşulların da gerilimi ile Rojava ve Şengal’i garantiye almak, Rojhilat’ta ileride Rojava’yı bile aşacak bir gelişim sağlamanın imkan ve fırsatını korumak için, TC karşısında geri adım sayılabilecek PKK’nin feshi ve silahlı mücadeleyi sonlandırma kararını almış oldu. Zira belli sabiteler oluşturmak, her şeyin yüzer pozisyonda olduğu durumdan kurtulmak ve bölge yeniden yapılandırılırken ayağını sağlam basacağı bir zemin oluşturmak istiyor.
Silah tartışmasının gölgesinde yenilgi, teslimiyet ve tasfiyecilik değerlendirmeleri
Türkiye devrimci hareketi, KÖH’ü tek parça üzerinden değerlendiriyor. KÖH’ün sorun ve süreçlere bütünsel baktığını ve buradan hareketle pozisyon aldığını görmüyor. Oysa silahlı mücadeleyi sonlandırmaya dönük eleştirileri, salt bir parçaya doğru daraltarak yaparsak KÖH gerçekliğini kavramamış oluruz. Tüm dünyanın silahlandığı, 3. Dünya Savaşının ön fragmanının bölgemizde çekildiği bir zamanda, silah bırakmayı bir yere oturtmak, insanın hafsalasına sığmaz. Bu haliyle de eleştirel değerlendirmelerimiz -özellikle temellendirme biçimine dönük- olabilir, ancak eleştirilerimizi nesnelliği kavrayarak yapmak zorundayız. Bir ulusal hareketin, ittifak güçlerinden yoksun kalmışlıkla birlikte devrim stratejisinin ucunu kırmış olmasını görmezsek ve bu gerçeklik içerisinde söz kurmazsak, yani KÖH’ün bu koşullar içerisinde tarihsel sınırlarına dayanmışlığını kavramazsak, bugün izlediği rotaya dönük hakkaniyetli bir eleştiri yapmış olmayız.
PKK, ilk programı olan Kürdistan’da Devrimin Yolu’nda, Kürdistan’ın sınıfsal-toplumsal analizini yaparak devrimin temel güç ve ittifaklarını koyduktan hemen sonra ikincil ittifaklarını belirledi: Diğer parçalardaki yurtsever hareketler ile ittifak, ezen ulusun devrimci hareketi ile ittifak ve sosyalist ülke, ulusal kurtuluş hareketleri ve dünya işçi sınıfı hareketi ile ittifak. İkincil ittifaklar olarak belirlenenlerin üçüncüsü olan uluslararası destek ve dayanışma halkasının olmazsa olmazlığına ayrıca vurgu da yaptı: “Kürdistan Kurtuluş Hareketinin gözettiği temel ilke, dünya halklarının emperyalizme karşı yürüttüğü bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm mücadeleleri olmadan ve bu mücadelelerin desteği sağlanmadan başarıya ulaşamayacağıdır.”3 93’te program değişikliğine gitmesinin ve devrim stratejisini farklılaştırma arayışının nedeni, enternasyonal dayanışma halkasında boşluğa düşmenin yanı sıra Türkiye ayağında da Türkiye devriminin Kürdistan devrimine paralel bir gelişim sergileyememesi ve ezen ulusun devrimci hareketlerinden yeterli desteği alamamasıdır. Hal böyle olunca PKK 93’te, bugün nihai sonucuna vardırmaya çalıştığı mücadele stratejisine doğru bir dönüşüm yaşadı.
PKK’nin ideolojik-siyasal dönüşümünü ve bunun örgütsel-pratik karşılığını, düşmanın tutumundan dolayı yerine getiremeyişini yok sayarak bir tarih okuması yaparsak; meseleyi, sanki PKK bugün ideolojik-siyasal bir kırılma yaşamış gibi algılarız. Oysa PKK, sosyalist sistemin çöküşü sonrası değişen dünya koşullarını baz alarak, UKKTH’nı temel alan bağımsız birleşik sosyalist bir Kürdistan hedefinden vazgeçti; devrimle koşullu olan silahlı mücadelenin temel mücadele yöntemi olması yönündeki belirlemesini de haliyle değiştirdi. Türkiye’ye barış çağrısı yaparak, özgürlük mücadelesini “demokratik siyaset” yoluyla vermeyi önüne koydu. Bu aşamadan sonra yaşanan gerilla savaşı, esasta TC’nin sömürgeci-faşist çizgisinde ısrarının ve Kürt halkının özgürlük talebini bir bütün olarak bastırma ve imha siyasetinin, çözüme gelmeyişinin bir sonucu olarak yaşanmıştır.
Bu anlamda PKK’ye yönelik tasfiyecilik tanımı bir yere oturmamaktadır. Zira PKK, ideolojik-siyasi olarak kendi çizgisinin dışına düşen değil, hasmının attığı geri adımla birlikte, bugün bunu pratikleştiren bir pozisyondadır. 93’te belirlediği stratejik yönelimini, 2000’lerde paradigma değişimi ile teorik-siyasal olarak tamama erdirmiş ve bu temelde çözüm arayışı için her fırsatta kimi yoklamalar yapmıştı. Buradan doğru PKK’ye yapılan eleştiriler, onunla gerçekliğini görmeyen bir yerden ilişkilenildiği izlenimi vermektedir. Yine örgütsel tasfiyecilik ithamı da PKK’nin kongreyi bir son değil bir başlangıç olarak ilan etmesi ile birlikte düşündüğümüzde, çok oturmamaktadır. Bu değerlendirmeleri yapanların, nesnel gerçekliği tüm yönleri ile kavrama yönünün zayıf olduğunu söyleyebiliriz. PKK, siyasi çizgisinden dolayı eleştirilecekse; bu, düşmanının da bir çizgiye gelmiş olmasından dolayı programatik görüşlerinin nihai sonuçlarına vardırma yöneliminden dolayı değil kaynağından doğru eleştirilmelidir. Bu durumda tasfiyecilik tespitinin de milat olarak PKK nezdinde, geriye doğru çekilmesi gerekir. O zaman, bu tespitin çarpıklığı, daha net ortaya çıkacaktır. Eleştirel değerlendirmelerimizi oturtacağımız yer neresidir? Bunu ayrıca değerlendirmeliyiz.
KÖH’ün silahlı mücadeleyi sonlandırıp “demokratik siyaset” yoluyla bu mücadeleyi yürütmesi; taleplerini, dört parça Kürdistan’daki mücadeleyi, küresel ve bölgesel değişimlerin yarattığı koşulların da basıncı ile ileri veya geriye doğru revize etmesi; bizim açımızdan sığ bir değerlendirmenin konusu olamaz. Süreci kendi somutlukları içerisinde değerlendirir, eleştirel değerlendirmelerimizle birlikte en geriden formüle edilecek bir ulusal talep için bile KÖH’ün yürüteceği mücadelenin yanında olur, ulusal tam hak eşitliği için Kürt halkının mücadelesini en ileriden sahipleniriz. Kendisine komünist diyen bir hareket için; ezilen ulusun, sömürgeciliğe karşı mücadelesini desteklemek, hangi araç ve yöntemleri kullandığıyla koşullu değildir. Öte yandan burjuva demokratik talepler kapsamında mücadele yürüten ulusal hareketin, andaki kısıt veya mücadele stratejisi bağlamındaki “esnek”liğinin veya konjonktürel olanın -örneğin silahlı mücadeleyi sonlandırma yaklaşımının-, kapitalist sistemi yıkmayı hedefleyen sınıf temelli devrim mücadelesini de kapsayacak şekilde teorize edilmesine karşı ise güçlü bir ideolojik mücadele yürütürüz.
Devrimci hareketin birleşik mücadele hattı içinde olan kimi bileşenlerinin, ulusal hareketle özdeşlik ilişkisi kurması, onu tarihsel sınırları ve mevcut paradigması ile değerlendirmemesi, kendileri açısından -bu eleştirilerine rağmen varoluş biçimleri ile birlikte değerlendirdiğimizde- tutarsız bir durum oluşturuyor. Bu, sadece bugün, çözüm süreci bağlamında yapılan değerlendirmelerde açığa çıkan bir şey de değil. Seçimlerde HDP ve sonra da DEM’in ittifak ilişkilerine dönük her tartışmada, Kürt hareketinin nesnel durumu ve konumlanma noktası unutularak değerlendirme yapılması da buradan çıkışını alıyor. Bu çevrelerin, Kürt hareketini salt ilke konuşturma biçimindeki kendi pozisyonlarına doğru çekme arayışının altında, bu yaklaşım yatıyor. Oysa TDH için mevcut güçler ilişkisi ve durumda doğru olan bir tutum, Kürt hareketinin mücadele hattı ve düzeyi açısından, taktiğin alanını daralttığı için doğru olmayabilir.
Kürt hareketi, 93’ten itibaren silahlı mücadeleyi konumlandırdığı yeri hiçbir zaman saklamadı. Hatta yine ulusal hareketle sınıf temelli bir devrim hareketi arasında kurulan yanlış anoloji nedeniyle, TDH’nin bazı eğilimleri, Kürt hareketini silahlı reformizm diye eleştirmişti. Ancak şu açık; KÖH, bağımsız, birleşik ve sosyalist bir Kürdistan hedefinde bir kırılma yaşadıktan sonra, Kürt sorununun bir bütün olarak çözümü pratikte zor olsa da teorik olarak kapitalist sistem yıkılmaksızın nihayete erebilir. Bir yerden sonra mutlak suretle silaha dayanması gerekmeyebilir. Ve bu nedenle stratejisini belirlerken silahı konumlandırdığı yer, sosyalizm hedefiyle devrim yapma iddiasındaki devrimci öznelerden farklılık taşıyabilir. Bu eşyanın tabiatı gereğidir. Biz bunu görür ve KÖH, silahı devre dışı bıraktığında da kesinlikle onunla pozisyonumuzun farklılığını görerek, mücadele ortaklığımızı büyütebiliriz.
Hedefiniz, kapitalist sistemi yıkmak ve devrim yapmaksa; karşı devrimci güçlerin size devrimi altın tepsi ile sunmayacağını da bilirsiniz. Ve tam da bu nedenle, silahlı mücadeleyi tartışmasız olarak, temel mücadele yöntemi olarak belirlemeniz gerekir. Devrim yapacak bir özne olarak kendinizi var etmeniz ise devrimci bir savaş partisi olarak örgütlemeniz demektir. Örgütlenme safhasında, nesnel ve öznel koşullardan dolayı ön hazırlık sürecini geliştirmeniz, silahlı mücadeleyi nasıl yürüteceğiniz, nasıl ilerleteceğiniz elbette devrim stratejinizle koşullu olarak taktiğin konusu olacaktır. Ancak silahlı mücadelenin, devrimci zorun mücadele yöntemi olarak tartışılır kılınması, tasfiyeci ruh halinin Türkiye devrimci hareketi içerisinde derinleşmesine yol açacaktır. Bugün silahtan uzak duran, silahlı mücadeleyi temel almayan reformist sol cenahta yer alan birçok partinin bile programında, zamanı geldiğinde devrimin kitlelerin zoruyla olacağı yönünde belirlemeler bulunuyor. Bu, devrimin yıkıcılığı gerektirdiği ön kabulünün bir sonucu olarak böyledir.
Burada 71 devrimci kopuşunun imgesi bile TDH için bir sigorta oluşturuyor. Her isyan ve direniş zamanında gençliğin tarihten çağırdığı, ilk hatırladığı, silahlı eylemi ve mücadelesi ile devrime bir yol açmaya çalışan devrimci önderler oluyor. Bu heyula, reformist sol çevreleri bile söylemde saran bir etki alanına sahip. Devrimci hareketin ve geniş sol cenahın içinde, devrimci zor ve silahlı mücadele noktasında tesis olan -ki bunda PKK’nin yıllardır başarıyla verdiği gerilla mücadelesinin etkisi çok büyüktür- bu hegemonyanın sarsılmasına yol açabilecek tartışmaların, devrim mücadelemiz için pek hayırlara vesile olmayacağını burada vurgulamak isteriz.
Silahlı mücadelenin, sınıf temelli bir devrimci hareket için tartışılmazlığının yanı sıra ulusal mücadele için de ne kadar önemli olduğunu, KÖH’ün dört parçada geldiği nokta üzerinden görebiliriz. Bu anlamda, zaman ve mekandan bağımsız olarak silahlı mücadele ile ulusal mücadelede yol almanın sınırlarına gelindiği veya silahlı mücadelenin devrinin kapandığı yönündeki değerlendirmeleri ise temelsiz buluyoruz.
Buradan hareketle, konjonktürel olanın veya programatik yaklaşımın sonucu olarak belirlenen bir mücadele yönteminin -demokratik siyaset yolunun- teorize edilmesi yönündeki yaklaşımların, TDH’yi de baskılayacak tasfiyeci bir eğilime yol açabileceğini görmeli, dikkatli olmalıyız. Bugün KÖH kadroları cephesinden, sahada bu biçimde bir teorizasyon sözkonusu değil. Nasıl olsun ki, burası Ortadoğu ve burada güç siyaseti olmaksızın -ki bu da silahın gücü ile oluyor- kimse kimseye bir şey bahşetmiyor, onu kaale almıyor. Ve KÖH de bir parçada silahlı mücadeleyi sonlandırma kararı alırken, hala diğer parçalarda ordulaşma düzeyine varan askeri varlığına yaslanıyor.
Yani diyeceğimiz o ki, PKK’nin feshi ve silahlı mücadeleyi sonlandırması, programatik görüşleri temelinde değerlendirdiğimizde ve ayrıca KÖH’ün bölgeselleşen projeksiyonu ve mücadelesi içerisinde baktığımızda, tasfiyecilik ve teslimiyet değildir. Ama bu vesile ile “demokratik siyaset” yolunu, Türkiye devrim mücadelesine teşmil etmek, tasfiyeci bir görüştür. Kürt hareketi için tasfiyeci bir yönelim olarak şekillenmese de TDH eğer KÖH’ün bu adımını yerli yerine koyup ateş hattından geçen bölge ve dünya gerçekliğini -ve bu gerçekliğin, devrimimiz için silahın rolünü iki kat daha öne çıkardığını- göz önünde bulundurarak bu süreçte konumlanmazsa, tasfiyeci eğilimlerin oluşturacağı anaforun etkisine fazlasıyla açık olacaktır. Buna özellikle dikkat çekmek istiyoruz.
Lozan ve Misak-ı Milli
PKK kongresinin sonuç bildirgesindeki en netameli bölüm, Kürt-Türk ilişkilerine değinilen bölümdür. Kongrede, Kürt inkarının köklendiği yer olarak Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasası’na vurgu yapılıyor. Ki evveliyatında tam hak eşitliği olmasa da hem 1921 Anayasası Kürtleri yeni kurulan devletin kurucu unsuru olarak tanımlayıp Kürtlere muhtariyet tanıyordu hem de Kürdistan coğrafyasının parçalanmışlığı henüz resmileşmemiş –hala Misak-ı Milli hedefi geçerliliğini koruyordu- ve Lozan’la mühür altına alınmamıştı. Bu yönleriyle KÖH’ün Lozan Antlaşması ve tekçi 1924 Anayasası’nı, Kürtlerin fermanı olarak sivriltmesi yerden göğe kadar haklıdır. PKK’nin çıkışını bu “inkar ve imha siyaseti”ne karşı bir varoluş olarak tanımlaması da güçlü bir tarih bilincine yaslanmanın ifadesidir.
Ayrıca Lozan Antlaşması, PKK’nin sadece son Kongresinde dillendirdiği bir şey de değil. Lozan ve Kürt inkarcılığının temelinin atıldığı 1924 Anayasası, Kürt hareketinin hep gündeminde oldu. Geçen yıl Lozan Antlaşması’nın 100. yılında güçlü bir teşhir kampanyası yürüterek, Kürdistan’ın birçok kentinde ve Avrupa’da Lozan’ı yırtıp atmanın gerekliliği üzerine konferanslar düzenledi. Bu bahiste böyle bir gerçeklik yokmuş, Lozan ve 24 Anayasası, AKP iktidarı ile ortak bir ajanda doğrultusunda, Kongre kararına dönüşmüş gibi bir algı oluşturmaya çalışan sosyal şoven çevrelere diyecek hiçbir sözümüz yok; onlar şovenizmin bataklığında tam gaz ilerliyorlar.
Kongrede tarihe yapılan bu yönlü referansların, “Ortak Vatan” olarak Misak-ı Milli sınırlarını işaret ediyor olduğu açıktır. Kürt hareketi cephesinden Kürdistan’ın parçalanmışlığını giderecek ve Kürt halkının birliğini sağlayacak bir çözüm arayışına, elbette kimsenin diyeceği bir şey olamaz. Öte yandan ‘Türkler, Anadolu’ya Kürtlerle ittifak içinde girdi, Ortadoğu’da da Kürt ittifakıyla kazanabilir’ biçiminde paketleyebileceğimiz söylemleri, stratejik açıdan riskli buluyoruz. Türkiye devrimi ve Kürt hareketi için bu tür ittifaklar, uzun vadede büyük tehlikeler barındırıyor. Yurtsever basında, Kongre metninde ifade edilen 1000 yıllık Türk-Kürt ilişkilerine atıfla Şah İsmail’e karşı “Yavuz Sultan Selim ve İdris-i Bitlisi arasında yaşanan ittifak”a4 da yer veren bir yazı çıkabildi. Oysa bu ittifakın yeri, Ermeni Soykırımı’na dahli olan Hamidiye Alayları şahsında yaşanan egemen sınıf ve kesimler arasındaki ittifaklaşmadır. Ve bu ittifak, asla halklar arası bir ittifak olarak değerlendirilip Kürt hareketinin tarih okumasında öne çıkartacağı bir ittifak olamaz. Kürt Alevi coğrafyasını bir boydan bir boya kana boyayan bu gerici ittifaka atıf yapılması, halklar arasında ortaklaşma zemininden çok, egemenlerin -mezhepsel ayrım ve çelişkilerin üzerine oturan- katliamcı tarihine dönük hatıraları canlandıracaktır.
Yine faşist TC’nin yeni Osmanlıcılık biçiminde seyreden bölgesel emperyalist politikalarına, halklar nezdinde meşruiyet kazandıracak kimi kodları harekete geçirebilecek bir tarih okumasından da mümkün olduğunca kaçınmak gerekir. Türkiye’nin bölgesel emperyalist bir güç olarak konum kazanması, ne Türkiye ne Kürt ne de bölge halklarının yararınadır. KÖH, siyasi, askeri ve toplumsal örgütlülüğüne yaslanabileceğini düşünüyor olabilir; ama karşısındaki güç, hiç de yabana atılacak bir güç değil.
Birleşik mücadele hattını nasıl ilerleteceğiz?
2016’dan bu yana Türkiye devrimi ile Kürdistan devriminin kaderinin birbirine sıkıca bağlandığını ve her iki devrimin birbirinin ön şartı haline geldiğini savunduk ve birleşik devrim mücadelesini büyütme hedefiyle hareket ettik. Bu temelde KÖH’le ittifakımızı, stratejik bir ittifak olarak tanımladık. Geldiğimiz aşamada PKK’nin geçireceği dönüşüm, müzakere sürecinin yol alıp almayacağı, mücadele ortaklığımıza halel getirmez elbette. Ancak Kürt halkının mücadelesinin “demokratik siyaset” düzleminde ilerlemesi, ittifak ilişkimizin yeni durum içerisinde yeniden tanımlanması, stratejik hedeflerinin güncellenmesi ihtiyacını oluşturur. Bu konuda henüz önümüzü görebileceğimiz doneler oluşmamışken bazı kesinlemelerde bulunmak doğru olmayacaktır. Öte yandan şu bir gerçek ki, Kürt halkının özgürlüğü ve ulusal tam hak eşitliğinin sağlanması mücadelesi, Türkiye devriminin temel gündemlerinden biri olmaya devam edecek ve bu taleplerin savunucu olan KÖH’le, hangi mücadele yöntemini kullanırsa kullansın dostluğumuz da ittifak ilişkimiz de devam edecektir.
KÖH ile TC’nin müzakere süreci, önümüzdeki mücadele döneminde kritik bir eşik oluşturacaktır. Sürecin tıkanması durumunda, yeni ve çok daha şiddetli bir savaş, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da tüm antifaşist güçlere karşı büyük bir saldırı konsepti, kaçınılmaz olacak. Her cepheden buna hazırlıklı olmak esastır. Diğer yandan bölgesel yeniden yapılandırmanın seyrini de belirleyecek olan bu müzakere sürecinin, öyle kolay bozulmayacağı da açıktır. Sürtünme oluşturacak dinamiklere, süreci geriye doğru sardıracak bir çok etmene, faşist iktidarın Kürt halkının mücadele taleplerini geriye doğru bastırmak için atması gereken adımları sürüncemeye bırakmasına rağmen müzakere masasının kolay yıkılmayacağını düşünüyoruz. Elbette bunun, KÖH açısından bir sınır çizgisi var ve süreç gelip buraya dayandı. Artık sürecin ilerleyebilmesi, Erdoğan iktidarının –KÖH’ün atmış olduğu adımlara karşılık- müzakerenin gerek koşullarını yerine getirmesine bağlı. Başta Kürt halk önderi Abdullah Öcalan olmak üzere tüm ağırlaştırılmış müebbetlik siyasi tutsaklara umut hakkının tanınması ve hasta tutsakların serbest bırakılması; infaz düzenlemesi; “terörle mücadele” kanununda değişiklik; seçim, örgütlenme ve yerel yönetimler kanununda “yapıcı” düzenlemelerin bazıları en kısa zamanda yapılmazsa ve diğerleri de müzakere-mücadele denklemi içerisinde kopartılıp alınamazsa bu sürecin ilerleyebilmesi mümkün değil. Öte yandan tüm bunların gerçekleşecek olması demek, taktik düzeyde de olsa PKK ve Kürt halkı için ileriye doğru atılmış bir adım ve siyasal bir kazanım olacak; Türkiye ayağında ise faşist iktidarın çözülmesini sağlayacak antifaşist mücadele momenti yükselecektir.
Müzakere-mücadele diyalektiği içerisinde Kürt sorununun çözümü açıktır ki, Türkiye ve Kürt halklarının fiili meşru mücadele hattını ileriden kurması ve faşist iktidarın mevcut haliyle sürdürülemezliği ve çözülmesini sağlayacaktır. Ancak birçok defa işaret ettiğimiz bölge denkleminde gerçekleşen şiddetli değişiklikler; faşist iktidarın müzakere sürecini ilerletmesi koşullarında bile önümüzde bir istikrar döneminin açılacağına işaret etmiyor. Mevcut durum, çatışmaların tüm bölgeye yayılacağı daha şiddetli savaşlar biçiminde seyredecektir. TC devleti bölge konjonktürünün bu zorlu sürecine ağır bir kriz içinde giriyor. Çeyrek asra yaklaşan faşist AKP iktidarı kelimenin gerçek anlamıyla çöküntü içindedir. Ama çöküş, AKP iktidarıyla sınırlı değil; şiddetli bir sistem krizini, aynı şiddette ağır bir toplumsal kriz tamamlıyor. Devrim ve sosyalizm yolunda mücadele eden tüm güçlerin, asıl yoğunlaşması ve görev çıkarması gereken yer burasıdır.
19 Mart’tan bu güne yaşananlar, açık bir gerçeğe işaret ediyor; Türkiye toplumunun ezici çoğunluğu, Saray diktatörlüğü yıkılsın bilincine kavuşmuştur. Şimşek programının yıkıcı faturası ile karşı karşıya kalan işçisinden emeklisine, esnafından küçük üreticisine, yoksul kent emekçisine tüm toplumsal kesimlerin parça parça süren muhalefeti, artık erkek egemen sistemin sınırlarına hapsolmayan ve kaderlerini kendi ellerine almak isteyen kadınların öfkesi, LGBTİ’ların varoluş mücadelesi, faşist zor ve baskıların nefessiz bıraktığı toplumsal kesimlerin mücadele arayışı, gençliğin devreye girmesiyle 19 Mart’ta diktatörlüğe karşı topyekün direnişe dönüşmüştür. Bu toplumsal eğilim, henüz sosyalist bir iktidar isteme düzeyinde değildir ama Saray faşizmi yıkılsın istemektedir. Bölgedeki şiddetli sarsıntılar ve bunun içinde İmralı’da KÖH’le yürütülen gel-gitli süreç, sistemin topyekun krizi, tüm toplumu saran direniş ve değişim sancısı; Türkiye’yi ya KÖH’le yürüttüğü çözüm sürecini bitirip savaşı daha da boyutlandırarak ve buna paralel olarak Türkiye ayağında ise tüm toplumsal muhalefeti bastıracak faşist kuşatmayı derinleştirerek topyekun bir faşizme ya da her cepheden yükselecek mücadelenin bir sonucu olarak Saray faşizminin çözülmesine doğru ilerletecektir.
Her iki durumda da biz devrimci komünistler, açlık ve sefalet kıskacındaki işçi sınıfı ve emekçilerin, eşitlik ve özgürlük mücadelesi yürüten kadınların, kabına sığmaz öfkesi ile gençliğin, hangi mücadele yöntemiyle olursa olsun inkar ve imha siyasetine karşı ulusal taleplerini yükselten Kürt halkının ve özgürlük yoksunluğu ile cendereye alınan tüm toplumsal muhalefetin mücadele taleplerini kendisinde buluşturacak, devrim hedefini somut olarak önüne koyacak güçlü bir antifaşist halk cephesini örgütleme somut göreviyle karşı karşıyayız. Buradan ilerleyeceğiz!