ULUSAL SORUN

Makale
  • Home
  • TEORİ
  • Marksizmde Ulusal Sorun Ve Leninist Çözümün Güncelliği-M. Aytunç Altay

Marksizmde Ulusal Sorun Ve Leninist Çözümün Güncelliği-M. Aytunç Altay

TEORİ

Yazarımız Mehmet Aytunç Altay’ın Komün Dergi adına, Marksist Teori dergisinin düzenlediği “Ölümünün 100. Yılında Uluslararası Dünyaya Lenin’le Bakmak” sempozyumundaki sunumunu okurlarımızla paylaşıyoruz.

Şovenizm konusuna geçmeden önce çok özetle ulus meselesi üzerine bir şeyler söylemek istiyorum. Ulus kavramı tarih boyunca çok değişik anlamlarda kullanılmış. Halk, kavim, toplum hatta devlet anlamında kullanıldığına rastlıyoruz. Ama çağımızda esas olarak tarihsel bakımdan kapitalizmle bağlantılı ve burjuva devrimlerinin ortaya çıkışıyla beliren bir kavram olarak ele alıyoruz.

1648’de 30 Yıl Savaşları’nın bitmesi, Hollanda ve İngiltere’de burjuva devrimlerinin gerçekleşmesi, Protestan Alman prensliklerinin özerk, bağımsız davranmaya başlamaları ve mezhep savaşlarının bitmesinden sonra, ama esas olarak 1789 Fransız Devrimi sonrasında ulus kavramıyla karşı karşıyayız.

Tarihi olarak feodalizmi yıkan burjuvazi, kendi iç pazarını oluşturmak üzere bir devlet kurar, gümrük duvarlarıyla kendi pazarını yabancı mallara karşı korumaya alır, “biz ayrı bir ulusuz”, ”buranın egemeni de benim” der. Yani ulus ve milliyetçilik tarihsel bakımdan kapitalizmin ortaya çıkışıyla ve burjuvazinin sınıf egemenliğiyle ilgili bir bakış açısı.  İşçi sınıfı ideolojisiyle bir ilgisi yok. Marks ve Engels yaşadıkları dönemde, kendileri ulus konusunda herhangi bir kapsamlı teori geliştirme çabasında olmamışlar. Kuşkusuz ulus kavramını kullanıyorlardı. Daha çok dil ve vatan denklemi varsa ulus kavramını kullanıyorlar. Yani ortak dil ve toprak birliği varsa… Ama ulus şudur budur gibi bir tarifleri veya bu konunun geleceğini işleyen uzun boylu tahlilleri yok.

Esas birazdan konuşacağımız “Ulusların Kaderini Tayin Hakkı” yani ayrılma hakkı konusunda ise,  Marks ve Engels’in tavrı genel olarak tarihsel ilerleme, toplumsal ilerleme doğrultusunda davranmak olmuştur. Bu, prensipte şu anlama geliyor:  Dönem Avrupa’da bazı ülkelerde kapitalizmin hakim üretim tarzı haline geldiği, bazı ülkelerde ise feodalizmden kapitalizme geçişin sürdüğü bir dönem. Küçük ulusların ayrılması, eğer feodal bir imparatorluğun yıkılmasına ve kapitalizme geçişe hizmet edecekse ayrılma iyidir. Ama küçük ulusların kapitalist bir devletten ayrılması, tarihsel ilerlemenin çıkarına olmadığı için tercih edilmemelidir. Çünkü yarın sosyalizmin kurulması açısından büyük kapitalist ekonomik birimlerin var olması daha iyidir. Başta İngiltere, zaten bilinen ilk kapitalist ülke, sonra Fransa devrimini yapmış; şimdi Almanya’ da bir devrim bekliyorlar. İngiltere’de Çartistlerin devrimci değil liberal bir yöne evrilmelerinden ve Fransa’da özellikle 1848 devrimlerinin başarısızlığından sonra umutlarını Alman devrimine bağlıyorlar. Almanya’da gerçekleşecek bir burjuva devrimin işçi sınıfının katılımıyla Alman birliğini sağlayacağını ve Avrupa’nın çehresini değiştireceğine inanıyorlar.

Bu çerçevede Avrupa’yı şöyle ele alıyorlar kabaca: Bir tarafta Avrupa’da gericiliğin kalesi feodal Rusya, bir tarafta da İngiltere, Fransa ve kapitalizmin hızla gelişmekte olduğu Almanya. Bu üç büyük ülkeden herhangi bir ulusun ayrılmasından yana değiller. Çünkü bu üç ülke kapitalist ülkeler, yarın sosyalizme geçebilirler, sosyalizme geçiş ve devrim açısından ise büyük ekonomik birimler daha elverişli. Hatta bu ülkelerin birtakım sömürgelerle genişlemesi vicdanen onları rahatsız etse de -ki sömürgelerdeki insani ızdırapların kendilerine nasıl acı verdiğini onların satırlarından okuyoruz- buna rağmen kapitalist sömürgeciliğin buralarda nasıl “uygarlaştırıcı” bir etki yarattığını vurgulamaktan geri durmuyorlar. İşte Hindistan-İngiltere meselesinde, Cezayir-Fransa meselesinde, ABD’nin Meksika’yı işgalinde bu küçük ulusların insanlarını rencide edecek şaşırtıcı sözlerine şahit oluyoruz. Yaklaşımların bir boyutunun sosyalizmin inşası sürecinde en fazla üretici gücü seferber edebilmek adına, mümkün olduğu kadar geniş coğrafi sınırlar dahilinde ve mümkün olduğu kadar büyük ekonomik birimlerden yana olduğunu söylemiştik.

Keza Hegel’den devraldıkları “tarihsel ulus” ve “tarihsel olmayan ulus” ayrımı var. Mesela tarihte devlet olmuş ulusları “tarihsel ulus” olarak değerlendiriyorlar, bunlar ileri ve geleceğin yönünü belirleyecek uluslar. Hegel’de devlet ve hukuk, tarihin motoru rolünde. Devlet olmamış, herhangi bir ulusal hukuk oluşturmamış uluslar ise, onlar açısından tarihsel olmayan uluslar. Şimdi bu çerçeveden baktıklarında mesela Hırvatistan’ın Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndan kopmasına şiddetle karşı çıkıyorlar. Çünkü Hırvatlar “tarihsiz ulus”, üstelik onların ayrılması Rusya’nın işine yarar. Keza Çeklerin kopmasına karşılar. Çekler de tarihsiz ulus. Hatta hem Çekler, hem kendileri, hem Hırvatlar için bağımsızlık istemeye kalktıklarında zorla bastırılmalarının müstahak olduğunu bile söyleyebiliyor. Ama buna karşılık, Polonya’nın bağımsızlığından, Macaristan’ın bağımsızlığından yanalar. Böyle ayrımlı bir tutumları var. Bu ayrımda temel kriter ise küçük ulusun bağımsızlığının tarihsel ilerlemenin çıkarına olup olmaması.  Tarihsel ilerlemenin çıkarına uygun olan hangisiyse, ona göre ayrılmak veya ayrılmamak…

Bu dönemin ulus tartışmalarını çoğumuz biliyoruz. O dönemde dil ve kültür bakımından ortak bir toplumun aynı zamanda devlet sınırlarıyla çakışmasını savunan bir yaklaşım meşru. Yani  “her bir dile bir devlet”. Mesela Mazzini adlı İtalyan siyasetçinin görüşü bu. Oysa bu isabetli bir şey değil. Zaten Avrupa’da millet ve devlet sınırlarının çakıştığı sadece 12 tane devlet var. O tarihte Avrupa’daki devlet sayısı 28.  Hiçbirisinde ulusun teritoryal sınırları ile devletin siyasal sınırları tam çakışmıyor.

O dönemde başlıca iki tür milliyetçilik var. Birincisi Fransız, diğeri Amerikan milliyetçiliği. Bu iki tip milliyetçiliğin Alman milliyetçiliğinden farkı var. Fransız milliyetçiliği ve Amerikan milliyetçiliği burjuva demokratik devrimin içerisinde oluşuyor. Her ikisinde de milliyetçiliğin devrimci bir çıkışı var. Ve her iki milliyetçilik de, hem Fransa hem Amerika’da vatandaşlığı esas alıyor. Hukuk temelli ve kapsayıcı. Hani yakın dönemde bir milliyetçilik tartışması oldu ya; kapsayıcı milliyetçilik ve dışlayıcı milliyetçilik. O anlamda söylüyorum. Bunlar “kapsayıcı” milliyetçiliklerdi.

Alman milliyetçiliği ise vatandaşlık hukuku temeli üzerinden gelişmiyor. Gecikmiş bir uluslaşma var Almanya’da. Ulusal birliğini sağlayamamış henüz. 38 ayrı prenslik var. Almanya’da bu uluslaşmanın gecikmesi nedeniyle bazı aydınlar, sanatçılar, romantik dil ve kültür temelli bir milliyetçiliği savunuyorlar. Vatandaşlık ve hukuk temelli bir milliyetçilik değil. Köklerimize dönüş, köylü kökümüze dönüş, Almanlar için Töton Şövalye geleneğinin canlandırılması… Aynı zamanda folklorik bir milliyetçilik bu. Dil ve kültür temelli bu milliyetçilik Almanya’da daha sonra faşist milliyetçiliğin gelişmesine hizmet ediyor.

Marks- Engels döneminde hem Marks’ın hem Engels’in Avrupa’da burjuva devrimin feodalizme karşı çıkarını esas alan politikası, yer yer şuraya kadar gitmiş mesela. Engels’in 2. Enternasyonal’in yayın organı NeuZeit’da 1891’de çıkmış bir yazısı var: Almanya, Rusya’yla savaşmalıdır. Rusya’ya savaş ilan etmeli, savaş ilan ederse Almanya’da burjuva demokratik devrim kaçınılmaz olarak gelişir ve proleteryanın etkisi daha fazla olur devrimde. Bu ilginç bir şey yani. Lenin’in çok sonraları geliştirdiği “haklı ve haksız savaşlar” kriterleriyle bir ilgisi yok. Tabii böyle bir yazı, sonradan 1914’te Birinci Dünya Savaşı patladığında Bernsteinlar, Kautskyler tarafından çok güzel istismar ediliyor. Rusya’yla savaşa SPD’nin destek vermesi yönündeki sosyal şoven politikalarına Engels’i dayanak gösteriyorlar.

Sonuç olarak, bu dönemde Marks ve Engels’te ulusların kaderini tayin hakkı diye genel bir hak tanımına rastlamıyoruz. Farklı olarak bu dönemde Bakunin’in bu hakkı kabul ettiğine işaret edelim.

Şimdi ulus meselesindeki bu ilk dönemi biz aslında 1789’dan başlatıp 1880’e yani emperyalizm çağına kadar getirebiliriz. Emperyalizm çağında durum değişiyor. Bu Lenin’in dönemi aynı zamanda. Bu ikinci dönemi 1880 ile1917 arasındaki dönem olarak ele alabiliriz. Bu dönemin temel özelliği ise şu: Burjuvazi Avrupa’da devrimci barutunu tamamen tüketmiş, Alman birliği, İtalyan birliği sağlanmış, çeşit çeşit burjuva devlet ortaya çıkmış. Fakat buna karşılık sömürgelerin ve bağımlı ülkelerin burjuvalarında hala, burjuva demokratik devrimci olabilecek kesimler var. Ve anti sömürgeci, ulusal bağımsızlıkçı hareketlerin, buralardan genel antiemperyalist mücadeleyi büyütme ve geliştirme şansı var. Şimdi bunları Hasan arkadaş işaret etmişti, Lenin’in Hegel’i okuduğu bir dönem. Lenin oturmuş 1915’ten itibaren çok uzun bir süre derin derin Hegel okumuş. Esas meselesi diyalektik. Bu okumalarında çok önemli bir yan sonuç çıkartıyor.

Diyalektikte biliyorsunuz her olgu aynı zamanda bir tezdir ve aynı zamanda antitezini kendisi yaratır. Kautsky yenilmez yıkılmaz ultra emperyalizm teorileri kuradursun; Lenin, kafası emperyalizmle meşgul Hegel’i okurken emperyalizmi de her olgu gibi karşıtı ile düşünüyor ve ulusal kurtuluş hareketlerinin emperyalizmin kendi elleriyle yarattığı kendi karşıtı, yani onu yıkacak olan anti tezi olduğu sonucuna varıyor. Dolayısıyla ulusal kurtuluş hareketlerinin emperyalist kapitalizme karşı mücadelede proletarya devriminin doğal müttefiki olduğunu düşünüyor. Hatta bu düşüncesini bir sloganla formülleştiriyor: Bütün Ülkelerin İşçileri ve Ezilen Halklar Birleşin! Önemli bir başka sonucu şu oluyor, ulusal kurtuluş devrimleri gündeme giriyor ve ulusların kaderlerini tayin hakkı sömürge ve bağımlı halklar için hayati önemde. Lenin ulusların kaderlerini tayin hakkını genel bir ilke olarak tanıyor. Söylediğimiz gibi böyle bir genel kabul Marks ve Engels’te yoktu. Onlar kimi zaman ayrılan ulusları destekliyor kimi zaman ayrılma hakkı gibi bir hakkı tanımıyor, hatta ayrılmaya kalkan ulusun ezilmesini savundukları bile oluyordu.

Lenin ise genel bir adalet ve hak talebi olarak her halkın kendi kaderini özgürce tayin etmesini, komünistlerin kendi dışlarındaki her konuda haklı olandan yana olma tutumunun bir parçası olarak savunuyor. Küçük, ezilen, bağımlı uluslar şayet ayrılmak istiyorsa, ayrılmalarının bir hak olduğunu savunuyor. Ama ulusun ayrılma hakkını tanımak elbette her koşulda ayrılmalarının proletaryanın çıkarlarına uygun olacağı anlamına gelmiyor. Proletarya içinde yer aldığı ulusun ayrılmasını kendi sınıf çıkarına uygun bulmadığında, örneğin bir ayrılık referandumunda referandumun sonucu her ne olursa olsun tanımakla birlikte, kendisi referandumda ayrılık yönünde tavır koymayabilir.

Bu meselede Lenin’in Rosa Luxemburg’la önemli tartışmaları var. Luxemburg Polonyalı bir komünist, aynı zamanda Alman Komünist Parti üyesi, Polonya Komünist Parti üyesi ve Bolşevik Parti üyesi. Polonya’nın ayrılmasına karşı çıktığı gibi genel olarak ayrılma hakkını da tanımıyor. Çünkü emperyalizmin çıkarına hizmet edeceğini düşünüyor. O da Marks gibi halkların arzusu ne yönde olursa olsun büyük ekonomik birimlerin korunmasından yana. Bu görüşleri tartışıyor Lenin ve reddediyor. Bir süre sonra Rosa Luxemburg ölecek zaten biliyorsunuz ama aynı görüşleri Bolşevik Partisinde de savunanlar var. Pyatakov ve Buharin ulusların kaderini tayin gibi bir hakkın olamayacağını, proletarya devriminin hak ve çıkarları dışında komünistlerin hiçbir sosyal kategorinin hakkıyla ilgilenmemesi gerektiğini savunuyorlar. Lenin onlara karşı polemik ürünü olan “Marksizmin Bir Karikatürü: Emperyalist Ekonomizm”i yazacak.

Lenin Rusya bir halklar hapishanesidir diyor ve bütün uluslara ayrılma hakkı tanıyor. Bu öyle kritik bir karar ki, eski Rus imparatorluğunun tamamen yok olmasını bile getirebilir. Lenin çok önemli bir taktisyen, genel süreci çok iyi değerlendiren birisi. Eğer biz sosyalist devrim yapmayı başarırsak mutlaka ayrılan halklar döner, diye düşünüyor, bundan emin. Çünkü sosyalizmin bütün ezilen ulusları yeniden birleştireceğine güveniyor. Nitekim gerçekten de Moskova’da Petersburg’da devrim gerçekleşip, tüm uluslar kendi devletlerini kurduktan hemen sonra başta sınır halkları olmak üzere hepsi geri döndü. Bu konuda Lenin sadece Finlandiya ‘da yanıldı. Ve sonuçta 15 cumhuriyetten ve 9 özerk bölgeden oluşan bir Sovyet Sosyalizmi kuruldu. Tarihte ilk kez hiçbir ulusun veya bölgenin adını taşımayan, böylece hiçbir ulusal ayrıcalık çağrıştırmayan bir isimle büyük bir emekçi federasyonu kuruldu: Sosyalist Sovyet Cumhuriyetleri Federasyonu.

Burada çok özel bir durum var Kendi kaderini tayin hakkı Lenin açısından şöyle bir şey değil, işçi sınıfının kendi kaderini tayininden daha önemli de değil. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı var ama işçi sınıfının kendi kaderini tayin hakkı, ulusun diğer sınıflarının haklarından daha önemli. Bu yüzden, mesela Kafkasya’da Menşevikler ayrı devlet kuruyorlar, İngiliz askerlerini çağırıyorlar devrime karşı, onlar gidiyor; bu defa Alman askerlerini çağırıyorlar devrime karşı. Peşinden Taşnaklar Ermenistan’da yönetimi ele alıyorlar ama Bolşeviklerin Anadolu’ya askeri yardım malzemesi götüren trenini engellemeye kalkınca Bolşeviklerle bozuşuyorlar. Keza Azerbaycan’da da burjuva milliyetçisi Müsavatçılar iktidarı ele geçiriyor. Bu üç devlet Kafkas Federasyonu ilan ediyorlar.

Sonuçta bu üç ülkenin de bağımsızlığını tanıyan Bolşevikler her üç ülkenin işçilerinin çıkarına karşı olan bu yönetimlere karşı yerel işçi sınıfını ve Bolşevik örgütleri destekleyip harekete geçirerek bu yönetimleri devirmeyi başarıyor. Yani bir ulusun kaderini tayin hakkını tanımak hiçbir zaman o ulus içinde sınıf mücadelesinden vazgeçmek anlamına gelmiyor. İşçi sınıfı kendi mücadelesiyle ulusun hegemon sınıfı haline geliyor ve kendi çıkarlarını ulusa mal ediyor. Rus devrimci işçi sınıfı, Gürcü, Ermeni ve Azeri devrimci işçi sınıfına olabilecek her çeşit dış desteği veriyor ve sonuçta her üç ülkede bağımsız devlet kuruluyor ve hepsi Sovyetler Birliği’nde kalıyor.

Yani dolayısıyla ulusların kaderini tayin hakkını şöyle algılamamak lazım; Lenin de zaten öyle algılamıyor. Uluslar ne yaparsa yapsın, İşçi sınıfı kendi kaderine boyun eğsin, öyle bir şey yok. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı Lenin açısından esas olarak ezilen ulusun üzerindeki baskının kalkmasıdır. Ulusların kendi kaderini tayin etmesinin temel koşulu budur. Bu baskı bir kere kalktıktan sonra ne olacağını ulusun içindeki sınıf dengeleri tayin edecektir. Bu baskının kalkmasıyla beraber bir referandum hakkı doğar. Egemen ulustan ayrılma veya onunla birlikte kalmanın biçimlerine karar verir ezilen ulus. Referandum bir hak. İçerisinde burjuvaların, küçük burjuvaların yani bütün nüfusun yer aldığı demokratik bir referandum…

Eğer merkez ülkede bir devrim olduysa, merkez ülkenin yani eski ezen ulusun devrimcileri, kendi halkı arasında ezilen ulusun ayrılık hakkını savunmalı, ayrılmaya hakları var ne yaparlarsa yaparlar demeli, ezilen ulusun devrimcileri ise sosyalizme geçmekte olan eski ezen ulusla birlikte olmanın propagandasını yapmalı.  Yani ulusun kendi kaderini tayin hakkı için en önemli ölçü ulusal baskının kalkması ve referandum hakkıdır. Gerisini ulusun içerisindeki sınıflar arasındaki güç dengeleri tayin eder. Hangi sınıfın çıkarının ne yönde olduğu farklılaşabilir, bu durumda işçi sınıfı kendi çıkarını ulusun tümüne mal etmek için mücadele etme göreviyle karşı karşıya kalır.

Şimdi bu süreç aslında 1917’den 1991’e kadar devam etti. Dolayısıyla bu dönemi ulusal sorunda üçüncü dönem olarak değerlendirebiliriz. 1917’den sonrası gerçekleşmiş sosyalizmin -bu sosyalizmi iyi bulabiliriz kötü bulabiliriz- desteğiyle dünyada 100’den fazla ulus bağımsızlığına kavuştu ve Birleşmiş Milletlere katıldı. Sonra 1991’de bir şeyler oldu, Sovyetler Birliği çöktü. Dördüncü bir dönem başladı. Marks-Engels dönemini konuştuk, Lenin dönemini konuştuk, 1917 sonrasını konuştuk. 1991 sonrası için bize ışık tutacak bir Marks, Engels, Lenin yaşamıyor; bu dönemde ulus meselesinin çözümünde kendi göbeğimizi kendimiz kesmek durumundayız.

Ama ondan önce bir konuya değinmeden geçmemeliyiz. Tamam, Lenin sonrasında kurulan sosyalizm göçtü, ama bu ulusal soruna Leninist çözümün de başarısız olduğu anlamına mı gelir? Hayır. Sosyalizmin çökmesinde iç ulusal sorunların hiçbir önemli etkisi olmadı. Aksine iyi kötü bu sosyalizm, halklar cehennemi Rus imparatorluğundaki eski ezen ve ezilen ulusları, hele hele yüzlerce yıldır kanlı bıçaklı olan Güney Slav halklarını oldukça kardeşçe duygularla bir arada yaşatmayı başardı. Eskinin kalıntısı milli bencillikler tümüyle kalkmasa da ortak toplumsal mülkiyet ve ortak çıkar duygusu halkları bir arada tuttu. Ama ne zaman ki sosyalizm çöktü ve sınırsız özel mülkiyet serbestisi ilan edildi, işte o zaman bireyler ve uluslar kamu mülkiyetini kapışmak için birbirlerine girdiler. Çünkü yeni düzende insanlar ancak birbirinin üstüne basarak ayakta kalabilirdi. Barış içinde yaşayan Sovyet ve Yugoslav halkları bir anda birbirine girdi. Meşhur Arap atasözü artık buralarda da geçerli oldu: “Ben kardeşime karşı, ben ve kardeşim kuzenlerimize karşı, bizim aile yandaki aileye karşı, bizim köy yandaki köye karşı, bizim aşiret komşu aşirete karşı, bizim millet komşu millete karşı…” Kardeşleri birbirine düşman eden özel mülkiyetin ulusları da birbirine düşman ettiğini bir kere daha görmüş olduk.

Evet, bugün ulusal sorunda dördüncü dönemi yaşıyoruz. Reel sosyalizm yok, birçok ulusal kurtuluş devrimi emperyalizme teslim olmuş. Zor bir dönem. Eli kulağında yakın bir devrim bir yerlerden gelecek değil ki büyük ekonomik birimler savunalım, Marks ve Engels gibi. Böyle bir şey görülmüyor. Aksine yeni kurulan bağımsız devletlerin çoğu emperyalistlerin kucağına düştü. Peki buna rağmen biz ulusların kaderini tayin hakkından vaz mı geçelim, hayır. Ulusun üzerindeki baskı mutlaka kalkmalı ve ulus kaderini özgürce tayin etmeli. Yine ulusun içerisinde proletaryanın özgürlüğü, ve çıkarı her şeyden önce gelmeli. Bu temel ilkelerimizi gözden geçirmemiz gerekmiyor. Ama görüyoruz ki bu dördüncü dönemde elde edilecek ulusal bağımsızlıklar, bir önceki dönem gibi sosyal kurtuluşçu bir dinamik taşımıyor. Bir önceki 1917-1991 döneminde çoğu ulusal kurtuluş devrimleriyle 100’den çok ülkenin, Sosyalist ülkelerin desteğiyle bağımsızlıklarına kavuştuğunu söylemiştik. Bu dördüncü dönemde, yani Sovyetler Birliği çöktükten sonra ise yeni kurulan 25-30 devlet var, sayılarını tam bilemiyorum. Bunların bir kısmı eski sosyalist ülkelerin parçalanmasıyla ortaya çıkan devletler. Diğerleri ise neoliberalizmin dünya çapında ihtiyaç duyduğu off-shore bankacılık ve “vergi cennetleri” ihtiyacını karşılasınlar diye bizzat emperyalistler tarafından kurulan Kiribati, Cayman Adaları vs. gibi uyduruk devletler.

Zaman sınırlı, hızla sosyal şovenizm meselesine geleyim. Sosyal şovenizmden, bildiğimiz şovenizmin sol renge bulanmış olanını anlıyoruz. Türkiye’de konu doğrudan Kürt Özgürlük Mücadelesi’yle ilgili bir konu. Türkiye solunda Kürt meselesinde milliyetçi duygular hiçbir zaman eksik olmadı. Ama 1999’da Kürt Özgürlük Hareketi’nin önderliğinin tutuklanması ve yeni bir “paradigma” ve yeni bir “strateji” ile ortaya çıkmasından sonra farklı bir biçim aldı. Bu yeni paradigmanın teorik düzeyde eski Marksist paradigmadan farklı yanları biliniyor. Ahlaki politik toplum, demokrasi, demokratik uygarlık, demokratik modernite, demokratik ulus, demokratik konfederalizm gibi aşina olmadığımız yeni kavramlarla kendisini anlatıyor bu yeni paradigma. Ama başka bir dille konuşsa ve bazı temel Marksist tezleri eleştirse de çok özetle, toplumlar tarihinin ilkel komünden sınıflı toplum biçimlerine evrildiğini ama yine ( “ahlaki politik toplum” adını verdiği) komünal topluma yönelme dinamiklerini içinde taşıdığını söyleyen klasik tarih anlayışımıza ve gelecek hedefimize büsbütün karşıt şeyler değil. Solda “paradigma”nın kavramlarına karşı teorik soğukluk peşinden gelen yeni “stratejiye” de kısmen ısınamama sonucunu beraberinde getirdi.

Oysa Kürdistan mücadelesinin yeni stratejisi, Türkiye toplumunda şovenizmin kırılması ve her iki halkın ortak çıkarları temelinde ortak mücadelesinin gelişmesi için çok daha elverişli bir zemin sunuyor, solun da elini rahatlatıyordu. Her şeyden önce Kürt Özgürlük Hareketi önderliği bağımsız Kürdistan yerine sınırları değiştirmeyen “demokratik özerklik, demokratik konfederalizm” çözümüyle “bölücülük” suçlamasının zeminini yok etmişti. Keza, ulusların, milliyetlerin iç içe geçtiği bir ulus modeli olarak “demokratik ulus” kavramını benimseyerek halklar arası sıcak ilişkilerin önünü açmıştı.

Bu keskin strateji değişikliğinde, 1991’de Reel sosyalizmin çöküşüyle uluslararası iklimin radikal biçimde aleyhimize dönmesinin rolü olabilir. Keza içeride halk savaşının 1994-95’te stratejik denge aşamasını yakaladığı halde, Türkiye tarafında ona uygun bir devrimci gelişme kaydedilememesi nedeniyle stratejik saldırı aşamasına geçemeyip gerilemeye başlamasının rolü olabilir.

Her ne olursa olsun, Kürt halkı kendi kaderini nasıl, ne yönde tayin edeceğini kendisi bilir. Bu irade, ulusal kurtuluş ve bağımsızlık yönünde tecelli ettiğinde de bizim için muteberdir, demokratik özerklik temelinde birlikte yaşama yönünde belirlendiğinde de aynı derecede muteberdir.

“Kürt Sorununa Demokratik Çözüm, Özgürlük Sosyolojisi” başlıklı savunmanın bir yerinde : “Çözüm her ne kadar her iki kavram birbiriyle uzlaşmasa da “demokratik devlet” ya da “devlet artı demokrasi”dir. Mevcut durumda kimse sosyalizmin mi kapitalizmin mi kazanacağını bilmediği için uzlaşma tek çıkıştır” deniliyor. Özetle, özsavunma güçlerini koruyarak toplumu ve devleti demokratikleştirme çizgisidir bu. “Mevzi savaşı”, “hegemonya” gibi kavramlar Gramsci’den gelince farklı, benzeri kavramlar Öcalan’dan gelince başka tür tepki doğru değil.

Teorik bakımdan yeni paradigmanın tartışmalı yanları bir tarafa. Ama yeni politik strateji kesinlikle Türkiye halkları arasında şovenizmin zayıflatılmasına çok elverişlidir, biz devrimciler tarafından da bu yönde değerlendirilmelidir.

Yazı dolaşımı

31 Mart Yerel Seçimlerine Dair Tutumumuz- KOMÜN

SOSYAL MEDYA

https://syndication.twitter.com/srv/timeline-profile/screen-name/dergi_komun?creatorScreenName=komundergi&dnt=true&embedId=twitter-widget-0&features=eyJ0ZndfdGltZWxpbmVfbGlzdCI6eyJidWNrZXQiOltdLCJ2ZXJzaW9uIjpudWxsfSwidGZ3X2ZvbGxvd2VyX2NvdW50X3N1bnNldCI6eyJidWNrZXQiOnRydWUsInZlcnNpb24iOm51bGx9LCJ0ZndfdHdlZXRfZWRpdF9iYWNrZW5kIjp7ImJ1Y2tldCI6Im9uIiwidmVyc2lvbiI6bnVsbH0sInRmd19yZWZzcmNfc2Vzc2lvbiI6eyJidWNrZXQiOiJvbiIsInZlcnNpb24iOm51bGx9LCJ0ZndfZm9zbnJfc29mdF9pbnRlcnZlbnRpb25zX2VuYWJsZWQiOnsiYnVja2V0Ijoib24iLCJ2ZXJzaW9uIjpudWxsfSwidGZ3X21peGVkX21lZGlhXzE1ODk3Ijp7ImJ1Y2tldCI6InRyZWF0bWVudCIsInZlcnNpb24iOm51bGx9LCJ0ZndfZXhwZXJpbWVudHNfY29va2llX2V4cGlyYXRpb24iOnsiYnVja2V0IjoxMjA5NjAwLCJ2ZXJzaW9uIjpudWxsfSwidGZ3X3Nob3dfYmlyZHdhdGNoX3Bpdm90c19lbmFibGVkIjp7ImJ1Y2tldCI6Im9uIiwidmVyc2lvbiI6bnVsbH0sInRmd19kdXBsaWNhdGVfc2NyaWJlc190b19zZXR0aW5ncyI6eyJidWNrZXQiOiJvbiIsInZlcnNpb24iOm51bGx9LCJ0ZndfdXNlX3Byb2ZpbGVfaW1hZ2Vfc2hhcGVfZW5hYmxlZCI6eyJidWNrZXQiOiJvbiIsInZlcnNpb24iOm51bGx9LCJ0ZndfdmlkZW9faGxzX2R5bmFtaWNfbWFuaWZlc3RzXzE1MDgyIjp7ImJ1Y2tldCI6InRydWVfYml0cmF0ZSIsInZlcnNpb24iOm51bGx9LCJ0ZndfbGVnYWN5X3RpbWVsaW5lX3N1bnNldCI6eyJidWNrZXQiOnRydWUsInZlcnNpb24iOm51bGx9LCJ0ZndfdHdlZXRfZWRpdF9mcm9udGVuZCI6eyJidWNrZXQiOiJvbiIsInZlcnNpb24iOm51bGx9fQ%3D%3D&frame=false&hideBorder=false&hideFooter=false&hideHeader=false&hideScrollBar=false&lang=tr&maxHeight=1000px&origin=https%3A%2F%2Fkomundergi12.com%2Fmarksizmde-ulusal-sorun-ve-leninist-cozumun-guncelligi-m-aytunc-altay%2F&sessionId=9b5a9c431321a3fd53e006fe27b888dcfffc111f&showHeader=true&showReplies=false&siteScreenName=komundergi&transparent=false&widgetsVersion=2615f7e52b7e0%3A1702314776716

0 Paylaşımlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir